Nur topu gibi bir saflaşma ve kavga başlığımız daha oldu: Suriyeli mültecilere vatandaşlık hakkı tanınması konusu…
Konuya sağlıklı bir yaklaşım geliştirme açısından belirli ön netleşmelere ihtiyaç var. Çünkü gerek konuya ilişkin bilgi yetersizlikleri gerekse solun kavram-jargon kullanmadaki savurganlığı meseleyi tam bir kör dövüşü haline getiriyor.
Sıralayalım:
Birincisi: Kavram savurganlığı demiştik; bu konuya örneğin “enternasyonalizm” gibi kavramlarla yaklaşılması fuzulidir. Türkiye’ye gelen Suriyeli mültecilerin temel ihtiyaçlarının karşılanması, mültecilere insancıl davranılması, haklarının korunması vb. en başta insani bir görevdir ve insani olan her şeyin ille de “sosyalist” ve “enternasyonalist” gibi sıfatlarla tanımlanması yersizdir.
İkincisi: Kendi ülkelerinden ayrılmak zorunda kalan insanların geldikleri ülkede şu ya da bu amaçla kullanılma olasılıkları (daha ötesi bu insanları belirli niyetlerle kullanmak isteyenlerin varlığı) o insanlara öcü gibi bakılmasının gerekçesi olmamalıdır. Önemli bir bölümü çocuk yaklaşık 2,7 milyon insan “Suriye’de işler karışık, bari Türkiye’ye gidelim de oradaki rejim bizi kullansın” diye buraya gelmemiştir.
Üçüncüsü: Solda doğru tutum, nihai çözüm olarak bu insanların kendi ülkelerine dönmelerini sağlayacak koşulların oluşması için çalışmaktır. Başka bir deyişle, “Ülkelerinde ne olursa olsun, biz bu insanları bağrımıza bastık bir kere” yaklaşımı duygusaldır, apolitiktir.
Dördüncüsü: Suriye’deki durumu daha da içinden çıkılmaz hale getiren aktörler arasında AKP’nin de yer almasından hareketle “Madem Türkiye solu olarak AKP’yi bu alanda durduramadık o zaman biz de suçluyuz” türü laflar hamasettir. Bu tür laflar Suriyelilere vatandaşlık tanınması adına söyleniyorsa daha da beterdir: Ülkeye gelen Suriyelileri aslında bir “bela” ya da “ceza” olarak görmenin örtük ikrarıdır.
Beşincisi: Türkiye’deki Suriyelilerin temel hizmetlerden (eğitim, sağlık, sosyal koruma, konut vb.) ve iş imkânlarından yararlanabilmelerinin ancak vatandaş olmalarıyla sağlanabileceği düşüncesi bilgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır. “Geçici koruma”, “uluslararası koruma” gibi birtakım düzenlemeler, bu hakları ve imkânları tanımlı/kayıtlı mülteciler için kâğıt üzerinde de olsa sağlamaktadır.
***
Yukarıda söylenenlerle sonuçta ne demiş oluyoruz?
Şunu demiş oluyoruz: Türkiye solu, en başta, vatandaşlık tanınması meselesinden de önce, ülkedeki Suriyeli mültecilerin temel haklarının ve ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlayacak düzenlemeleri savunmalıdır. Bu hakların ve ihtiyaçların, seçimlerde ve referandumlarda oy hakkını da içermek üzere vatandaşlık statüsü tanınmadan da karşılanabileceğini, bunun denenebilecek yollarının olduğunu bilerek…
Sonra, Türkiye solu, bu insanlardan (isteyenlerin) ülkelerine dönebilecekleri koşulları sağlayacak uluslararası süreçlerde taraf olmalı, en başta bu koşulların sağlanmasına odaklanmalıdır.
Nihayet, ülkedeki mültecilere vatandaşlık hakkı tanınması sonunda gerçekten gündeme gelirse, belirli çevrelerin niyeti ne olursa olsun, bu konuda “kıyameti koparma” “karalar bağlama”, “yandı gülüm keten helva” gibi abartılara düşülmemelidir. Böyle bir durumda Türkiye solu emekçi ordusuna yeni katılımlarla ihya olmayacağı gibi ülkenin de salt Suriyeli mülteciler vatandaş oldu diye bugünkünden bambaşka bir mecraya yöneleceği yoktur.
“Defolsunlar” demek, solculuk bir yana gayrı insanidir; “Hoş geldiniz emekçi kardeşlerimiz, sizlerle daha güçlüyüz” demekse çocukçadır.
Ha, başkanlık sistemi, referandum, seçimler ve Suriyelilerin oyları?
Şu anda ortada ancak Suriyelilerin oylarıyla bozulabilecek bir “denge durumu” olduğu söylenebilir mi?
Ya mültecilerden paramiliter güçler oluşturulması, cihatçı çeteler, vb.
Niyet varsa, bunlar vatandaşlık vermeden daha “rahat” yapılmaz mı?