Günümüzde işler böyle yürüyor: Herhangi bir olay gerçekleştiğinde, ilk anda neden öyle olduğunu rahatlıkla açıklayabiliyorsunuz; ancak daha sonrası hakkında sadece “çeşitli senaryolar” üretebiliyorsunuz. Bu kadarla da kalmıyor. Daha sonraki gelişmeler size ilk gerçekleşen olay hakkında “yeni” fikirler veriyor; böylece ilk açıklamanıza ekler yapmak ya da şerhler düşmek zorunda kalıyorsunuz…
Üzerinden henüz bir hafta bile geçmeyen “Barış Pınarı” harekâtıyla ilgili durum tam da böyle değil mi?
Gelişmeler üzerinde birinci derecede ve doğrudan etkili beş aktör söz konusu: ABD, Rusya, Türkiye, Suriye ve Suriye Demokratik Güçleri (SDG). Bu aktörlere ve yaşanan gelişmelere bakıp “Şu iki aktör şu konuda aralarında anlaştılar” denebilecek bizim sayabildiğimiz sekiz ayrı durum söz konusu. Anlaşan aktörlerin sayısını üçe çıkarıp işin içine bir de şu an için pek mümkün görünmeyen “anlaşmaları” katarsak durum sayısı onu aşıyor…
“Gel de çık işin içinden” demiyoruz; dersek şikâyet gibi olur. Sayıca sınırlı birtakım netlikler dışında, sürecin herkesi ikna edecek kesinlikte okunup açıklanması, hele hele sonrası için iddialı kestirimlerde bulunulması zaten mümkün değil.
O zaman daha net görünen yerlere bakalım, hiç olmazsa bunlar bir kenarda dursun.
***
Birincisi: “Barış Pınarı” harekâtının ABD’ye “karşı” ya da ona “rağmen” yapıldığı iddiasının hiçbir temeli yoktur. ABD ya da ABD’deki hâkim siyasal çizgi, Suriye toprakları içinde kuzeyden güneye doğru biri Türkiye’nin diğeri Kürtlerin kontrolünde iki kuşak olmasını istemiştir. En azından, baştaki asıl niyetin bu olduğu kesindir.
İkincisi: Suriye’nin kuzeydoğusunda ya da Orta Doğu’da bir Kürt devleti kurulmasının ABD’nin hiçbir zaman vazgeçmeyeceği, örneğin şu an İsrail’in varlığı kadar ısrarlı olacağı bir hedef sayılması da yanıltıcıdır. Bir gerçek varsa o da ABD’nin bu tür imaları bölgedeki ülkeleri ve halkları birbirlerine düşmanlaştırmak için kullandığıdır.
Üçüncüsü: Son sürecin başlarında görece pasif bir profil veren Rusya’nın “daha sonrasını” gözeten bir hesap içinde olduğu açıktır. Rusya’nın Suriye’deki meşru yönetim ile SDG’yi birbirine yakınlaştırmayı hedeflediği, Türkiye’nin askeri harekâtına da böyle bir yakınlaşmanın vesilesi olarak baktığı anlaşılmaktadır.
Dördüncüsü: SDG, ama ABD’nin tavsiyesiyle ama kendi değerlendirmeleri sonucunda Türkiye ile dişe diş ve sonuna kadar çatışmak yerine bir yerde Afrin’dekine benzer biçimde asıl güçlerini güneye çekip “sonrasına bakma” tercihinde bulunacaktı.
Beşincisi: Türkiye’nin başlattığı harekâtın hemen öncesinde Esad’ın SDG’yi karşısına alıp bu tarafla herhangi bir müzakereyi düşünmedikleri şeklinde açıklama yapması büyük bir olasılıkla Türkiye’yi rahatlatmayı, önce Suriye’ye çekip sonra güç duruma düşürmeye yönelik bir “yemdi”.
Altıncısı: “Hangisi daha fazla ağırlık taşıyor” sorusu sorulursa, Türkiye’de mevcut iktidarın Suriye’ye yönelik operasyonunda iç siyasete ilişkin hesapların görece ağır bastığını söylemek gerekir. Muhalefet “milli dava” gibi şeyler söylerken iktidarın “Millet ittifakının parçalanması çok ama çok önemli” diyebilmesi bir lapsus anı sayılmamalıdır.
Bizim görebildiğimiz kesinlikler (beşincisi bir tahmin sayılmalı) bunlardan ibaret.
Sonuçta, Suriye yönetimi ile SDG arasında anlaşmaya varıldığı ve Suriye ordusunun kuzeydeki sınıra doğru ilerlediği haberleri geldi. Bu da süreçte yeni ve kritik bir evreye işaret ediyor.
Sonrasına yönelik tahminler için biraz bekleyelim ve “içeriye” dönelim.
***
Türkiye’de en geniş anlamıyla muhalefet “Yandı gülüm keten helva” havasına girmeye fazlasıyla eğilimlidir. İşaretleri de görülmektedir: Rejim askeri harekâtla ülkede istediği atmosferi yaratmış… Son dönem yaşadığı gerilemeyi durdurup yeni bir silkinişe geçecek imkânları bulmuş… Halk ekonomik durumu, doğalgaz, elektrik faturalarını falan unutup yekvücut olmuş, vb. vb…
Rejimin askeri operasyonu iç siyasete tahvil etmek isteyeceği açıktır. Ancak, içeriye “zafer” olarak takdim edilecek bir başarının yakalanması pek mümkün görünmediği gibi her “zaferin” mutlaka destek ve oy getirmesi gibi bir kural da yoktur…
En çarpıcı örneklerinden biri, İkinci Dünya Savaşı’nın “muzaffer” liderlerinden Churchill’in ve Muhafazakâr Partisi’nin savaşın sona ermesinden sadece iki ay sonra yapılan seçimlerde İşçi Partisi karşısında ağır bir yenilgiye uğramasıdır.
Görebildiğimiz kadarıyla rejim son gelişmeyi (Suriye-SDG anlaşması) önceden pek hesap etmemişti. Gene görebildiğimiz kadarıyla, uzunluğunu ve derinliğini fazla mesele yapmadan Suriye coğrafyasının belirli bir kuşağında mutlak denetim kurup önümüzdeki yıl bahar aylarında bir erken seçime gitmeyi düşünüyordu…
Bugün için görülen durum ise şudur: Suriye ordusu ile doğrudan bir çatışmaya girilmesi olasılığı vardır, ama çok büyük değildir. Rejim, erken seçimi zorlama kartını büsbütün elden çıkarmadan içeriye “kazanım” olarak sunabileceği birtakım ara çözümler arayacak, sonuçta o da “sonrasına” bakacaktır.