Glasgow’da COP 26 adı altında yapılan İklim krizi zirvesi bugün sona erecek. Ekolojistler çıkacak sonuçtan pek umutlu değil. Sorunu yaratanlardan, sorunu çözmesini beklemek ne kadar gerçekçiyse bu toplantılar dizisi de o kadar gerçekçi. Yine de bir farkındalık yaratması açısından olumlu yönleri de var.
Bu yazıda, insanın varoluşunu borçlu olmasına rağmen, kendi eliyle yok olmasına neden olduğu bir maddeden/varlıktan bahsetmek istiyorum. Aslında dünyanın en değerli sıvısı bu. Hava gibi, varlığında değil ama yokluğunda ne kadar değerli olduğunu anladığımız bu sıvı, elbette su.
DSİ verilerine göre Türkiye’de kişi başına düşen kullanılabilir yıllık su miktarı 2000 yılında 1652 metreküp iken, 2009’da 1544 metreküpe, 2020’de ise 1346 metreküpe gerilemiş durumda. 2030 yılı projeksiyonuna göre Türkiye’de nüfusun artmasıyla da kişi başına düşen kullanılabilir su miktarının 1.120 m³’e gerileyeceği öngörülüyor. Diğer bir deyişle, artan nüfus ve büyüyen kentler ile kirlettiği ve kaybettiği su varlığıyla hızla ‘su fakiri bir ülke ’ olma yolunda ilerliyoruz.
Uluslararası Sulak Alanlar’dan sorumlu Ramsar Sekreteryası’nın 2018 yılında yayımladığı rapora göre, yapılaşma, kirlilik, kurutma, aşırı kullanım gibi çeşitli sorunlar nedeniyle son 300 yılda dünyadaki sulak alanların %87’si, 1970’ten bu yana ise %35’i yok olmuş durumda. Aynı rapora göre sulak alanlarımızı, ormanlarımızdan 3 kat daha hızlı kaybettiğimiz tespiti de var.
Ülkemizde de 1960’lardan bu yana, sulak alanların yarısı ekosistem özelliklerini kaybetti. Küresel iklim değişikliği ve istilacı türler de bu süreci tetikliyor.(Küresel iklim krizinin de insan kaynaklı olduğunu unutmamamız lazım.)
Türkiye’de son 50 yıl içinde, 3 Van Gölü büyüklüğünde (1,3 milyon hektar) sulak alan kaybedilmiş durumda. Türkiye’nin su varlıklarını tehdit eden tehlikelerin başında su kaynaklarına insan eliyle yapılan müdahaleler gelmektedir. Yeraltı suyunun aşırı derecede kullanılması, kimyasal kirlilik ve sulak alan ve su havzalarının korunmaması öne çıkan tehditlerin başında gelmektedir. Tarımda kullanılan geleneksel sulama teknikleri su tüketimini arttırmakta, tarımsal kimyasallar(pestisitler, nitratlar) yeraltı ve yüzey sularında kirlenmeye sebep olmaktadır.
Devlet kurumları söylemsel olarak bu tehlikenin farkındadır ama sorunu “dışsallaştırarak” (kuraklık, iklim krizi) ayrıca söylediklerinin aksine hareket ederek sorunu çözmek yerine ağırlaştırmaktadırlar.
Mesela 2014 yılında Sulak Alanlar Yönetmeliğinde yapılan değişikliklerle sulak alanlar çevresinde 2500 metre bırakılması gereken tampon bölge sınırını bu iktidar kaldırmıştı. Ancak dava yoluyla, maddeyi Danıştay’ın iptal etmesi üzerine Ağustos 2017’de yönetmeliğe tekrar koymak zorunda kaldılar. Arada geçen 3,5 yıl içinde ise sulak alanlar korumasız kaldı.
Geçen yıl mart ayında çıkardıkları İçme-Kullanma Suyu Havzalarının Korunmasına Dair Yönetmelik değişikliğinde de koruma bantlarını sınırlayarak, özellikle turizm ve enerji sektörünün su havzalarını kirletmesine göz yumuldu. İçme suyu havzalarında artık “Gerekli çevresel altyapı önlemlerinin alınması şartıyla güneş enerji santrali, rüzgâr enerji santrali ve hidroelektrik santrali kurulmasına” izin verilebilir. Bu gereken önlemlerin ne olduğu ise, masa başında yazılmış birkaç göstermelik madde olduğundan tecrübelerimizle eminiz… Su havzalarımız büyük tehlike altında.
Sanayi ve tarım toplumlarında suların kimyasal kirlenmesi düzenli olarak denetlenmiyor ve önlemler alınmıyor. Oysa temiz suya ulaşmak, yaşamın olmazsa olmaz koşulu. Evlerde temiz suyu musluktan içebilmek yurttaşın temel hakkıdır bu nedenle temel talebi de olmalı.
Bir Kızılderili atasözü; “Sular yükselince balıklar karıncaları yer; sular çekilince karıncalar balıkları... Kimin kimi yiyeceğine, suyun akışı karar verir.” demekte…
Suyun akışının nasıl olacağına karar verme eşiğindeyiz. Süreç böyle giderse balıklar balıkları, karıncalar da karıncaları yiyebilir.
Çünkü ortada yaşam için gerekli su kalmayabilir.
Daha geç olmadan, su için harekete geçme vaktidir.