Sosyalizmin katılaşması

Siyasetin ne olduğu ve nasıl yapıldığı konusundaki ortalama algı, bizi kolayca düşüncelere ve sözlere taşır. Sonuçta siyaset dediğimiz şey, çeşitli düşüncelerin ifade edilmesi ve savunulması, hak ve taleplerin bir düşünce kipi olarak dile getirilmesi değil midir?

İşin aslında bakarsak, değildir. Siyaset kendisini çoğu zaman düşünceler ve sözlerle dışavursa da, siyasetin ne olduğu sorusuna verilecek yanıt başkalaşmalı, daha maddi ve somut bir karşılık kazanmalıdır.

Bu açıdan bakınca, siyasetin esasen toplumsal dinamiklerin maddi ve gerçek varoluşuyla kurulan bir ilişki biçimi olarak tanımlanabileceği söylenmelidir. Diğer bir deyişle, içinde yaşadığımız dünyanın ve ülkenin verili koşulları, siyaset yapan aktörlerin önüne çeşitli dinamikler ve hareket alanları sunar. Siyaset ise, bu dinamikleri ve hareket alanını başat hedef doğrultusunda yönlendirmek, ilerletmek ya da geriletmek olarak tanımlanabilir.

Henüz tanımın en geniş evresindeyiz ve hem siyasetin içine oturtulacağı ilkeler hem de yönlendirme, ilerletme ya da geriletme yönündeki müdahaleleri belirleyecek olan nihai hedef bizi tanımımızı inceltmeye zorlayacaktır.

O zaman, bir adım daha atarak, sosyalist siyaset konusuna gelelim. Kuşkusuz, yukarıdaki geniş tanım, geniş olduğu ölçüde sosyalist siyaseti de ifade etmektedir. Ancak, sosyalizm hedefi, siyasetin yürütülmesinde rehber tutulacak ilkeleri olduğu kadar, toplumsal dinamiklere ne yönde müdahale edileceğini de belirleyecektir. Örneğin, toplumsal yapıdaki rekabetçi ve bireyci dinamikler başkaları için güçlendirilmesi gereken bir durumken, sosyalist siyaset açısından mutlaka geriletilmesi, zayıflatılması, etkisizleştirilmesi gereken bir durum oluşturur. Ya da tersine, sosyalist siyaset dayanışmacı ve paylaşımcı dinamikleri ilerletmek, yaygınlaştırmak ve baskınlaştırmak için müdahale ederken, başkaları için bunlar yok edilmesi gereken tehlikeler anlamına gelir.

Konumuzun önemli olan noktası, siyasetin bu müdahale biçimi değil aslında. Görülmesi gereken, siyasetin salt düşünce ve söz üretmekle değil, esasen toplumsal yapının kimi dinamikleriyle ilişkiye geçmekle, onları güçlendirip yönlendirmekle, hedefe ulaşmak için bu dinamiklerden enerji alıp ilerlemekle ilgili olmasıdır.

Çünkü siyaset boş bir zeminde yapılmaz. Siyasetin müdahale etmeye yeltendiği toplumsal yapı da saydam ve pürüzsüz bir yüzey değildir. Siyasetin belirleyici ve ayırıcı özelliği olan nihai hedef, ancak belirli dinamiklerin üzerine oturarak, söz konusu dinamiklerin barındırdığı enerjiyi kullanarak, giderek nihai hedefimizle uyumlu değer ve taleplere tutunarak gerçek bir seçenek haline gelir.

O halde, siyaset yapan bir aktörün, toplum içerisinde yükselen ya da enerji barındıran ve kendi hedefiyle de uyumlu olan dinamiklere kayıtsız kalması söz konusu olamaz. Dahası, sosyalist siyaset söz konusu olduğunda, sosyalizmin evrensel ve tarihsel değerleri ile bir çelişki içermeyen, sosyalizm mücadelesini hem nicelik hem de nitelik açısından güçlendirme olanağı taşıyan, sosyalizmi bir düşünce ve söz içeriğinden sıyırıp elle tutulur bir seçenek haline getirmeyi mümkün kılan toplumsal dinamiklerle ilişkilenmek, onların taleplerinin gerçek sahibi ve savunucusu olabilmek mutlak bir zorunluluktur.

Bu zorunluluğun kuramsal olarak kavranması, her dönemde ve koşulda mümkündür elbette. Ancak pratik olarak kendisini dışavurması ve çözüm için zorlaması, belirli özgül koşulları gerektirir. Yani ilişkilenilecek ve ilerici nitelikler barındıran dinamikler, sosyalist siyasetin önüne öyle her gün çıkmaz. Bu, tarihin zaman zaman açtığı bir kapıdır ve kapıdan girmekte tereddüt edenler, kapının bir sonraki açılışına kadar beklemek zorunda kalır.

Cesur diyen de çıkacaktır, safça bulan da. Ancak Türkiye’nin mevcut koşullarının, tam da böylesi bir açık kapı sunduğunu söylemeye devam edeceğiz.

Türkiye, bir yandan gericiliğin ve sermaye egemenliğinin en azgın saldırılarına tanık olurken, bir yandan da ilerici talep ve mücadelelerin yükseldiği, birbirine zıt dinamiklerin aynı zamansal kesitte karşı karşıya geldiği özgün bir dönemden geçmektedir. Gericilik ve sermaye egemenliği yeni bir durum olmadığı için, sosyalist hareketin neyle mücadele edeceği, hangi dinamikleri geriletip etkisizleştirmeye çalışacağı konusunda birikimi de deneyimi de yeterlidir. Yeni ve önemli olan, kendisini dayatan ilerici dinamiklerle nasıl ilişki kurulabileceğine, hangi dinamiklerin güçlendirilip ilerletileceğine dönük çalışmadır. Türkiye’de sosyalist hareketin yatkınlıklarının ya da alışkanlıklarının yeterli olmadığı nokta da, burasıdır.

Daha somut olarak söylemek gerekirse, Türkiye’de özgürlükçü, laik, bağımsızlıkçı ve adalet beklentisi içinde olan geniş bir toplumsal kesim vardır. Bu kesim, basit bir demografik veri olmanın ötesine geçmiş, çeşitli başlık ve gündemlerde kendisini gösteren hareketli bir dinamik haline gelmiştir. Üstelik, yerleşik içerimleri itibariyle farklılıklar ya da çelişkiler barındırsa da, özgürlük, laiklik, bağımsızlık ve adalet gibi değerler sosyalizm düşüncesi ve hedefiyle özsel bir karşıtlık taşımayan, bu anlamda kolaylıkla ilişkilenilebilecek ve hatta içerilebilecek değerlerdir.

Buradaki ilişkilenme ve içerilme tarifi, sosyalizme biraz özgürlükçülüğün eklenmesi ya da sosyalist mücadelenin dönemin koşulları gereği laik kesimlerle geçici bir ittifak kurması gibi bir karikatür değildir. Tarif, özgürlüğün de laikliğin de bağımsızlığın da adaletin de bizatihi sosyalizmin kendisi olduğunu, bu değerlerin bir sosyalist Türkiye hedefini işaret ettiğini söylemektir. Burjuvazi, bir zamanlar taşıdığı ya da taşır gibi olduğu ilerici değerlere sırtını çoktan dönmüş olduğuna göre, yukarıdaki değerlerin başka sahibi ya da temsilcisi kalmamış demektir. Bu, sosyalizmin organik parçası olmayan bir özgürlük ya da laiklik tanımının artık yapılamayacağı anlamına gelmektedir.

O halde, özgürlükçülüğün, laikliğin, bağımsızlıkçılığın ve adaletin maddi ve somut zeminine yerleşmeden, ilerici toplumsal dinamiklere tutunarak güçlenmeden, toplumdaki aranış ve ihtiyaca gerçek bir seçenek sunmadan, dosdoğru hedefe yürümek imkansızdır.

Hedefe varmak için değil, hedefe varışı hızlandırmak ya da kolaylaştırmak için de değil, bizzat o hedefin kendisi için, toplumun ilerici ve mücadeleci dinamiklerine tutunmak ertelenemez bir görev, yok sayılamaz bir zorunluluktur.

Velhasıl, sosyalizm düşüncesinin ya da hedefinin, sosyalist mücadelenin ve siyasetin katılaşması, ele gelir bir maddilik biçimine dönüşmesidir uzun zamandır ihtiyaç duyduğumuz.

Katılaşmak, yani bedenleşerek, cisimleşerek, kristalleşerek varoluş kazanmak...