İçinde bulunduğumuz, yaşadığımız dönemde dünya kapitalizminin hangi yönde seyrettiğinin tespiti, her şeyin başı ve sonu sayılmamak kaydıyla, kuşkusuz önemlidir.
“Her şeyin başı ve sonu sayılmamak kaydıyla…”
Örneğin, “revizyonizmin babası” sayılan Eduard Bernstein’in 19. yüzyıl sonlarına doğru Avrupa’daki kapitalist merkezlerin yörüngesine ilişkin tespitlerinin hepsinin yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Gelgelelim, Bernstein kendi tespitlerinden siyasete yansıtılacak belirli bir sonuç çıkarırken, Lüksemburg ve Lenin emperyalizm olgusundan hareketle bambaşka sonuçlara varmıştır.
Son ikisinin tespiti Avrupa’da ve başka coğrafyalarda devrimlerle doğrulanırken, Bernstein’in “şuraya doğru gidiyor” dediği kıta kapitalizmi kısa bir süre sonra nur topu gibi bir faşizm doğurmuştur.
***
Dünya kapitalizminin bugünkü siyasal yörüngesine ilişkin olarak buradan, yani Türkiye’den yapılan kimi sol tespitlerle ciddi denebilecek “sorunlarımız” var.
Bizim açımızdan “sorunlu” tespitlerin en başında şu geliyor: ABD’de yeni başkan Biden’ın izleyeceği politikalar, bugün dünya kapitalizminde görülen “otoriter” yönelimlere malum liberal jargon eşliğinde bir dur diyecek, çoğulcu-liberal parlamenter demokrasinin faziletlerini yeniden öne çıkararak kapitalist dünyayı hizaya çekecektir…
Yani, yeniden ve bir kez daha “liberal restorasyon”; hem de bu kez küresel ölçekte…
Bu tespitin gerçek hayatta en küçük bir karşılığı bile olmadığını söyleyemeyiz. Gelgelelim, zamanında Bernstein’in tespitleri için de öyle söylenemiyordu, ama …
O halde sorun nerede?
Bizce sorunun kaynağında, Trump’ın ABD’sinden Reis’in Türkiye’sine, Bolsanaro’nun Brezilya’sından Modi’nin Hindistan’ına kadar çok geniş bir coğrafyaya yayılan otoriter rejimlerin bir “anomali”, yani normal sayılana göre bir “sapma” sayılması vardır. Engels’in ölümünden kısa bir süre önceki kimi değerlendirmeleri ve Lenin’in “en iyi kabuk” metaforu bir yana bırakılırsa Marksist formasyona sahip insanların parlamenter demokrasiyi neden, nasıl olup da kapitalizmin devlet ve siyaset düzeyindeki “normu” saydıkları bizim için hala bir meçhuldür.
Bu bilinmezliğe rağmen, kapitalizme böyle bir norm atfının özellikle günümüzde tamamen geçersiz sayılması gerektiğini söyleyebiliyoruz.
***
Dünya kapitalizmi İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkarken faşizm, askeri yenilginin ötesinde siyasal ve ideolojik planda da yenilmişti. Daha doğrusu büyük savaştan sonra faşizm, tekil ülkelerde en başta askeri darbelerle gerçekleştirilen diriltme girişimlerine rağmen dünya ölçeğinde etkili bir akım olmaktan çıkmıştı.
Kapitalist dünya açısından bakıldığında faşizmin siyasal-ideolojik yenilgisinde, parlamenter-liberal demokrasinin finanse edilebilmesinin de önemli bir payı olduğu görülür. Daha açık bir deyişle, sosyalist sisteme karşı “hür dünya” iddiasını sürdürme zorunluluğunun yanı sıra, dönemin birikim modeli de refah devletini ve kalkınma paradigmasının kabulünü mümkün kılıyordu.
Peki, bugün aynı yerde miyiz?
Günümüzde dünya kapitalizminin, küreselleşme denilen konfigürasyon (toplu durum) olmadan kendini sürdürmesi mümkün değildir. Bu böyleyse, ortadan kalkması hiçbir şekilde mümkün görünmeyen ulus devletler bazında milliyetçilik kesintisiz beslenme kanalları bulacaktır. Sürekli beslenen milliyetçiliğin ise otoriter, neo-faşist, faşizan ve faşist eğilimler, yönelimler, akımlar ve rejimler olarak uç vermesi de eşyanın tabiatından sayılmalıdır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası ortamla karşılaştırıldığında mutlaka dikkate alınması gereken temel bir farklılıktır: Bugün dünya kapitalizminin, faşizme kadar varabilen otoriter eğilimlere karşı siyasal ve ideolojik alanlarda üstünlük sağlayıp bu eğilimleri marjinale itmesi, daha önemlisi “gerçek” ya da “ileri” denebilecek herhangi bir demokrasiyi finanse etmesi mümkün değildir.
***
Trump gitti başkası geldi…
Yarın Bolsanaro gider başkası gelir… Biri gider öbürü gelir… Ali Ulvi’nin Demokrat Parti’yi çileden çıkaran 30 Nisan 1960 tarihli “Uçtu uçtu” karikatüründeki gibi olur…
Bunlar olur da “liberal restorasyon” adına ne yapılırsa yapılsın günümüzün ve geleceğin kapitalizminde artık bir sedimantasyon (çökelti) olmaktan çoktan çıkıp kendine düzen siyasetinin ana akım kanallarında kalıcı yer bulan otoriter-faşizan oluşumlara “uçtu uçtu” denebilecek günlerin gelmeyeceği kesindir.
Aynı kesinlikle ekliyoruz: Kimin gidip kimin geldiğinden ayrı olarak, “Türk-İslam sentezi” denilen düşüncenin otoriter versiyonlarıyla birlikte bundan böyle iktidardayken muhalefete, muhalefetteyken de iktidara nüfuz edebilecek bir yerleşiklik kazandığı açıktır.
Bu yerleşikliğin “liberal restorasyona” olası etkilerini ise hem yazı zaten uzadığından hem de bu işin çok daha yetkin uzmanları olduğundan burada ele alamıyoruz.