Gündemdeki konu şu: Sosyalistler, önümüzdeki yakın ve orta döneme bakarken “karamsar” ve “iyimser” denebilecek yaklaşımlardan hangisine ağırlık tanımalı?
Aslında bu ifade pek doğru olmadı.
Sanki ortada hazır iki yaklaşım varmış da sosyalistler bunlardan hangisini tercih etmeliymiş gibi bir algıya yol açabilir. O zaman şöyle diyelim: Sosyalistler, mevcut ortam ve koşullardan hareketle yakın ve orta döneme ilişkin kestirimlerde bulunurken nelere bakmalı, karamsar ya da iyimser sonuçlara nelerden hareketle varmalı?
Böyle bir konuyu gündeme getirmemizin nedeni, çeşitli çevrelerde konuşulduğunu bildiğimiz bir yaklaşımdır: “Biz bir dönemi kaybettik… En azından kısa vadede yükseliş imkânları da görünmüyor… Bu durumda elimizde ne varsa bunu sağlamlaştıralım, kadrolarımızı korurken yeni kadrolar yetiştirelim, içimize daha fazla dönerek ileriye hazırlanalım…”
Genel olarak alındığında büsbütün yabana atılır bir fikir değildir.
Kendi mirasımıza ve tarihimize baktığımızda örnekleri vardır. Örneğin Bolşevikler, 1920’de Kızıl Ordu’nun Varşova kapılarından dönmek zorunda kalmasının ardından “dalganın” inmeye başladığını, Sovyet Devrimi’nin Avrupa’da başka devrimlerle desteklenmesi ihtimalinin çok azaldığını görmüşlerdi. Lenin’in “Sol Komünizm”inin bir de bu gözle okunmasında yarar olduğu öteden beri söylenir…
Başka örnekler de vardır; ama kendi adımıza konuşursak, Türkiye’de 12 Eylül gelmeden önce sosyalist hareketin 12 Mart sonrası dönemi kaybettiğini, yakın dönemde de fazla şansı olmadığını, böyle bir durumda “ilerisi için” yapılması gerekenleri kendimizce anlatmaya çalışmıştık (İ. Suphi Candemir, Bir Daha Fenersiz Yakalanmamak İçin, Sosyalist İktidar sayı: 6, Mart 1980).
Ya bugün?
***
2018 sonları Türkiye’sinin, sosyalistler açısından yakın geçmişin kaybedildiği, dolayısıyla yakın-orta gelecek için de fazla şansın kalmadığı bir Türkiye olduğunu düşünmüyoruz.
Yani “bayrakların derlenip dürülmesini” gerektiren bir durum yoktur diyoruz.
Böyle bir yargının gerekçesi elbette “güzel ve güneşli günlerin” geleceğine ilişkin iman olamaz.
O zaman?
Bir kere Türkiye’de 2010 Anayasa Referandumu ile başlayıp 2013’teki Gezi patlamasıyla devam eden, ardından kendini 2017 Referandumundaki “Hayır” direngenliğinde ortaya koyan dinamizmin bugün yok olup gittiğini, geriye hiçbir şey bırakmadan buharlaştığını söylemek mümkün değildir.
Sonra, bugünkü dünya sistemi, parçası olan ülkelere göreli de olsa istikrar, ana doğrultu kazandıran bir düzene, oturmuşluğa sahip olmadığı gibi olacağa da hiç benzememektedir.
Böyle bir dünyanın içindeki Türkiye’ye gelince: Güya yeni bir elbise giydirilmiştir, ama bu yeni elbisenin ikide bir orası burası yırtılmakta, dikişleri sökülmekte, ağı erimekte, yama üstüne yama gerektirmektedir.
Üstelik bunlar, “muhalefetin” zorlayıcı müdahaleleri yokken “kendi kendine” olmaktadır; tahkim edici her adımında aynı zamanda kendini nesnel olarak daha kırılgan hale getiren bir rejim söz konusudur.
Geçmişe bakarsak:
Bugün Türkiye’de zamanın TKP’sini “desantralizasyona” zorlayan 1930’ların o oturmuş denebilecek “Kemalist rejimi” yoktur.
Sonra, bugünün Türkiye’sindeki ortam, sosyalizme en çok dar çevrelerde “insan partileme” olanağı tanıyan 1950’lerin Demokrat Parti döneminden çok farklıdır.
12 Eylül dönemi gibi sosyalist öbekleri en başta fiziken, 1983-2001 dönemi gibi en başta ideolojik olarak paralize eden ve dağıtan zaman aralıklarına göre de farklı bir dönemden geçiyoruz.
Özetle şunu diyoruz: Sosyalist hareket açısından bakıldığında, geçmiş dönemlere göre sıralanabilecek ek olumsuzluklara rağmen karşımızda o dönemlerdekine göre daha el yordamıyla, kıra döke yürüyen bir rejim ve önümüzde önceden kestirilmesi mümkün olmayan olumlu-olumsuz pek çok gelişmeye açık bir dönem vardır.
Rejimin bir şekilde yerine oturması mümkün görünmüyorsa ve olumlu olasılıklar (örneğin yeni bir sınıfı hareketi) bize hala göz kırpabiliyorsa, yapılması gereken böyle bir dönemin hakkının verilmesidir.
Her şeye rağmen dışa bakarak…
Yerimiz neredeyse orada duralım elbette; ama buradan içimize değil dışımıza bakalım…