Siyasette, gelişen süreçleri ilk elden ve doğrudan belirleme, etkileme, sürükleme ve değiştirme gücüne henüz ulaşamamış özneler, kendilerini bu süreçlerden tamamen yalıtamayacaklarına göre ne yaparlar, yapmalılar?
Bu konumdaki özneler, asıl olarak, kendilerine bir alan açmak, bu alanı genişleterek güçlenmek ve sonuçta ülkedeki siyasal süreçler üzerinde birinci elden etkili olacak bir konuma gelmek için uğraşırlar. Ne var ki hayat akıp gitmektedir ve güçlenme çabasındaki öznelerin henüz istedikleri konuma gelmeden de gelişen süreçler konusunda söz söylemeleri, tutum belirlemeleri ve her şeye rağmen bu süreçlere bir şekilde müdahale etmeye çalışmaları gerekir.
Buraya kadar söylediklerimiz kimi basit gerçeklerin tekrarı gibi görünse bile, ortadaki durum sosyalist özneler açısından ciddi bir gerilimi ya da “problematiği” de içinde barındırır. Diyelim, sosyalist bir özne olarak sizin verili düzen içinde ülkede neyin olup neyin olamayacağı, dillerde dolaşan hedeflerden hangilerinin gerçekleşip hangilerinin gerçekleşemeyeceği, ülkenin başka birtakım ülkelere ya da tasavvurlara referansla tanımlanan belirli bir konuma gelip gelemeyeceği konusunda net bir fikriniz var ve bu fikir “olumsuz” yönde…
Durumun altını tekrar çizelim: Siz, ana akım siyasette belirli tarafların “şöyle bir ülke” diye tarif ettikleri hedefi ve bu hedefin öngördüğü değişiklikleri karşınıza almıyorsunuz, yanlış ya da “saptırıcı” bulmuyorsunuz; ama bunların mevcut düzen/sistem sürerken gerçekleşemeyeceğini düşünüyorsunuz.
Ne yaparsınız?
“Bu düzen sürdükçe bunların olamayacağını bıkıp usanmadan söyleriz” diyebilirsiniz elbette; ama ha bire bunu söyleyerek yaptığınız şey siyaset olmaz.
Kısacası, ortada bir “gerilimin” olduğu açıktır.
***
Biraz daha ilerlemek için geçmişten bir örneğe başvuralım.
Türkiye, 1990’ların ikinci yarısından başlayarak, sol dahil olmak üzere bir Avrupa Birliği üyeliği sendromu yaşadı. Bu yıllarda bile ülke solunda Türkiye’nin başka ülkelerle eşit statüde “tam” AB üyeliğinin mümkün olmadığını görenler vardı. Dolayısıyla böyleleri kendilerini akıntıya kaptırıp olmayacak duaya amin demediler; ama “üyelik sürecinin” bir gereği olan ve çeşitli alanları kapsayan “uyum” adımlarının pek çoğunu desteklediler, en azından karşı çıkmadılar.
Az önce değindiğimiz gerilimi aşan bir politika sayılmalıdır: Türkiye’nin AB’ye tam üye olamayacağını biliyorsunuz; ama üyelik perspektifiyle atılan adımların, yasalarda yapılan değişikliklerin ve getirilen yeni yasaların bir kısmını olumlu buluyor, destekliyorsunuz…
Aynı politika hattı, daha genel anlamda da neden geçerlilik taşımasın?
***
Şimdi daha açık konuşabiliriz.
Türkiye’de siyaset alanı, gerilimlerin daha uç noktalara taşınmasına ve giderek kutuplaşmalara açık şekilde yapılanmıştır. Çöküş (Osmanlı’nın son dönemi)-Kurtuluş-Kuruluş diye giden bir tarihsel kesitin siyaset tarzları, tutumları ve yaklaşımlarıyla birlikte hasım, düşman, tehlike ve tehdit kodlamaları çok partili rejimle birlikte devam etmiş, günümüze kadar uzanmıştır. Mehmet Barlas’ın “parti kapatma” ve “sürgüne gönderme” imaları bu nedenle bir kişinin hezeyanından ibaret sayılmamalıdır (imalar, 1924 yılına ait olmak üzere sırasıyla Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 150’likler olayıdır).
Daha uzun söze gerek var mı? Son “helalleşme” tartışmalarında da görüldüğü gibi Türkiye, “Başkalarıyla kavgalı olma duruma son verelim” demenin bile bunu diyenin kendi içinde kavgaya vesile olabileceği bir ülkedir…
***
“Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinin mümkün olmadığı görüldüğü halde…” demiştik.
Siyasetin kutuplaşmalar olmadan yapıldığı, siyasal gerilimlerin kopma noktasına gelmeden ulaşılan mutabakatlarla aşıldığı, şu meşhur “kontroller ve dengeler” (kuvvetler ayrılığı) sisteminin engelsiz işlediği, siyasetçilerin ve insanların iç ve dış düşman arayıp bulmaktan vaz geçtikleri, daha ileri gidersek “güçlenmiş bir sivil toplumun devlet ve siyaset üzerinde etkili bir denetçi konumuna geldiği” bir Türkiye, verili düzen içinde tam bir hayaldir.
Ama…
Ama, Türkiye’de hem solun gelişip güçlenmesi hem de ülkenin bugünküne göre nispeten daha “makul” ve “normal” bir hale gelmesi, ana akım muhalif öznelerin öngördüklerinin ve vaat ettiklerinin tam olarak hayata geçmesiyle değil, oraya doğru “iteklemelerle”, bu süreçte elde edilen kimi kazanımlarla ve elbette daha geniş halk kesimlerinin bu süreçte “daha ilerisi” için harekete geçirilmesiyle mümkün olabilecektir.
Özetle, sol siyasette çözümün, statik durumlara, “ideal” ülke modellerine, vb. değil yaşanacak süreçlere odaklanılmasından geçtiğini söylemiş oluyoruz.