“Satılmış”, “hain”, “ajan” …
Bunlar, Türkiye solunda en fazla tepki çeken, adeta nefret nesnesi durumuna gelen kişiler için kullanılan çok ağır ifadelerdir.
Rahatlatıcı yanları olsa bile kolaycı ve kestirmecidir. Oysa söyledikleri ve yaptıklarıyla solda lanetlenen kişilerin patolojisi öyle “satılmışlığa”, “hainliğe” vb. indirgenemeyecek kadar karmaşıktır.
“Empati” yapmayacağız; belirli bir patolojiyi kendimizce anlamlandırmaya çalışacağız.
***
Önce birey...
Her bireyin egosu, hırsları ve iddiaları vardır. Birey solcu, sosyalist ise hırslar ve iddialar özel alan ya da dar bir çevre dışına taşar, orada yansıma bulur. Sorunlu olan, hırs, iddia ve egonun kendisi değil, derecesidir. Bilim insanlarının dediği gibidir: Canlının yaşaması için mutlaka zorunu kimi salgılar, belirli bir noktadan sonra o canlıya zarar vermeye başlar…
Bu birincisiydi, bir yere koyalım.
İkincisi, “o birey” iktidar istemektedir. Kastettiğimiz, yalnızca siyasal iktidarı alıp oraya yerleşmek değildir. Elbette o da vardır; ama süreçleri etkilemek, ülkenin gidişatında söz sahibi ve “konuşuluyor” olmak da bir tür “ön iktidar”dır…
Birey iktidarı kendisi için mi, yoksa temsil ettiğini düşündüğü bir sınıf, toplum kesimi ve siyasal oluşum için mi istemektedir?
İlk etapta kesin çizgilerle ayıramayız; üçüncü noktaya müracaat etmek zorundayız.
Üçüncü nokta da siyasettir.
Siyaset, iktidar olmak isteyen bireyin alanıdır, aracıdır ve kendini sürekli var etmek zorunda olduğu ortamdır.
Üçlü böyle oluşmaktadır ve bu haliyle buradan bir patoloji çıkarmak güçtür.
O zaman?
***
Solcu, sosyalist kimliğiyle iktidar isteyen birey, bunun alanı, aracı ve ortamı olarak siyasette nelere bakar?
Normal olarak şunları düşünmesi ve dikkate alması gerekir:
Ülkede toplumsal sınıflar vardır ve bu sınıflardan biri egemen sınıf durumundadır.
Ülkenin toplumsal, siyasal ve kültürel yapısını bu sınıfın egemenliği belirlemektedir.
Siyasal mücadeleler, verili sınıf egemenliğinin, temelde karşıt sınıflar arasındaki mücadelenin yansımalarıdır.
Böyleyse, siyasal mücadelenin ilk hedefi sömürülen sınıfın iktidarı, nihai hedefi de adıyla sanıyla sosyalizm, her tür sömürünün sona erdiği bir düzen olmalıdır.
Şimdi, iktidar isteyen birey bunların hepsini unutmuşsa, hepsinden vazgeçmişse, bu vazgeçmişlikle birlikte siyaseti çeşitli aktörlerin birbirine üstünlük sağlamaya çalıştıkları bir oyun olarak görüyorsa, patoloji burada devreye girer.
Dikkat edilsin: Sorunun ya da hastalığın başladığı yer, bireyin “egosu”, “hırsları” ve “iktidar tutkusu” değil, siyasetin, herhangi bir sınıfsallığı temsil etmeyen aktörler arasında oynanan bir iktidar oyunu olarak görülmesidir. Başka bir deyişle, siyaseti oyun olarak gördüren etmen, ego patlaması değildir; tersine siyasetin oyun olarak görülmesi egoyu patlatmaktadır.
Öyle ya, pek çok açıdan yetersiz, çoğu cahil ve kültürsüz, dünyayı ve nereye gittiğini idrak etmekten uzak birtakım aktörler arasında sürüp giden bir iktidar oyunu varsa, bizim şişkin egolu ve hırslı bireyimiz onca birikimiyle neden bu oyuna katılmasın?
Aklının ürettiğine inandığı “artıyı” neden kendisinden daha güçlü görünen aktörlere pazarlamasın?
Katıldığı oyunda sürekli sahnede kalabilmek için neden oyundaki değişen dengeleri kollayıp bir oraya bir buraya meyletmesin?
Semptomlar: Söylediğiniz her sözün, yaptığınız her tespitin oyundaki diğer aktörleri etkileyip yönlendirdiğini düşünmeye, karşı saflarda saydığınız aktörlerin her yaptığını da sizin söylediklerinize “yanıt” saymaya başlarsınız.
Buradan dönüş yoktur…
Peki, ya sosyalizm?
Eğer sınıf mücadelesinin bittiğini, kalmadığını, asıl ve tek gerçeğin oynanan iktidar oyunu olduğunu düşünüyorsanız sosyalizm de sadece bir teferruattır, hatta o bile değildir.
Kısacası diyoruz ki “hainlik”, “ajanlık” vb. çok öznel durumlardır; anlatmaya çalıştığımız patolojinin ise belirli bir nesnelliği vardır…
Başkalarının da olduğu ya da biri giderse sahneye başkalarının çıkacağı anlamına gelir.