Şişenin boynu

Türkiye’nin son yüz yılda nerelerden geçerek bugünkü noktaya geldiğini sözü fazla uzatmadan ve tartışmalara yol açmadan en genel hatlarıyla ortaya koyabiliriz. Türkiye’nin bugün nerede durduğuna gelince; burada geçmişten değil bugün yaşananlardan söz edilmesi gerektiğinden çizilen tablo büyüyecek ve ayrıntılar ortaya çıkacaktır. Nihayet, önümüzdeki 5-10 yıl içinde neler olabileceğine gelirsek, burada söz söylemek güçleşecek, mevcut gerçeklerin ve eğilimlerin ötesine geçme zorunluluğuyla birlikte tahminler, hatta “spekülasyonlar” devreye girecektir.

Kolay iş olmadığını herhalde herkes kabul edecektir.

Kolaylaştırmanın bir yolu olamaz mı?

Örneğin, geçtiğimiz yüzyıla bakarken başvurduğumuz sadeleştirmelerden geleceğe bakarken de yararlanamaz mıyız?

Denemeye değer görünüyor…

***

Bugün Türkiye, elbette kendi özgüllükleriyle birlikte, dünyanın geçmişten bugüne geldiği noktanın bir izdüşümünü yaşamaktadır. Bu izdüşümün tanımında en uygun terim “tıkanma” ya da “sıkışma” gibi görünüyor. Yatay durumda, içi sıvı dolu bir şişe düşünün; şişenin ağzı kapalıdır ve hem dünya hem de Türkiye artık şişenin “boyun tarafındadır.”  Darboğaz, İngilizcedeki “bottleneck” sözcüğünün karşılığı oluyor. 

Örneklerle açmaya çalışalım.

ABD’deki ırkçı eğilimler ve hareketler?

Bu ülke 1860’ların sonunda ve 70’lerde “kölelik karşıtı” yasalar çıkarmıştır. 1950’li yılların ikinci yarısında ve 1960’larda ivme kazanan “sivil haklar hareketiyle” ırk ayrımcılığına karşı kazanımlar elde edilmiştir, vb. vb...  Ama bugün ABD’de ırkçılık hala vardır ve şişenin darboğazına gelinmiştir. 1800’lerin ikinci yarısına ve 1960’lara dönüp eski kazanımları teyit etmek pek bir anlam taşımayacağından ileri sıçranması, yani şişenin boynunun ve tıkacının patlatılması gerekmektedir.  

Ya Avrupa’daki neofaşist, otoriter, ırkçı eğilimler ve hareketler?

Şişenin geniş kısmı, örneğin Kopenhag kriterlerinden siyasetle ilgili olanlar iptal edilmediğine göre sorun nerededir? Bu kriterlerden demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıkların katılımı neden bir noktadan sonra, örneğin farklı renkten olanlar, mülteciler ve göçmenler gündeme geldiğinde büyük ölçüde havada kalmaktadır?

Bir kez daha şişenin boynu diyeceğiz, oraya gelindiğini söyleyeceğiz. Burada ya “Kopenhag siyasi kriterleri” papağan gibi tekrarlanırken “yeni hamam yeni tas”  bunları fiilen kadük bırakacak ya da şişenin ağzı patlayacak/patlatılacaktır.

Türkiye için sözü fazla uzatmaya gerek görmüyoruz; şişenin boynuna gelinmişken 1961 Anayasasının bir benzeriyle, bir döneme damgasını vuran “AB uyum süreci reformlarının” ihyasıyla ya da AKP kökenli yeni fabrika ayarcılarıyla bu darboğazın geçilmesi mümkün değildir.

***

Buraya kadar söylenenler, içinde bulunduğumuz nesnel durumu anlatmaktadır.

Genel olarak çözümlemelerde “öznel etmeni” de hesaba katmak, nesnelliğin “belirli bir durumda” olmasında öznel etmenin payıyla ilgili kestirimlerde bulunmak gerektiğini biliyoruz. Ne var ki anlatmaya çalıştığımız durum bugün “öznel etmeni” fazlasıyla içerip/soğurup silikleştirmiş, teşhis edilemez, bütünün içinden çekilip ayrıca incelenemez hale getirmiştir.

Sonuçta bugün bize kendini dayatan, “bana bakacaksan bu halimle bak” diyen bir nesnellikle karşı karşıyayız.

Eğer şişeyse, şişenin boynuysa, darboğazsa, öznel etmenin müdahalesi için pek çok koşul var demektir. Gelgelelim, bunlar varken öznel etmenin kendisi ortada yoktur; “yoktur” demesek bile silik ve teşhis edilemez durumdadır. Öznel etmen, darboğazın içindeki başka bir darboğazda kendini yeterince “seçik” (görülebilir, bakılabilir) kılamama sorunu yaşamaktadır.

Not edip geçelim: “Öznel etmen” sokağa dökülebilen kitlelerin dışında değil, ama nitelikçe ötesinde bir aktör olarak tanımlanmalıdır… 

***

Bir önceki yazımızda “radikal demokrasiden” söz etmiştik…

“Şişe boynu” metaforundan devam ederek söyleyelim: Şişenin tıkacını patlatan sosyalizm olursa, bu sosyalizm radikal demokrasi taleplerini düş kırıklığına uğratmayacak kadar köklü bir demokrasi anlayışının temsilcisi olacaktır. Şişenin tıkacını radikal demokrasi patlatırsa, o da köktencilik iddiasının ve özellikle eşitlik vurgusunun gerçek karşılığını “bir tür sosyalizmden” başka bir yerde bulamayacaktır.

Bütün bunlar sosyalizm çok demokratlaştığı ya da radikal demokrasi çok sosyalistleştiği için değildir.

Şişenin boynuna, daraldığı yere gelindiği içindir…

Burada, sosyalistlerin demokrasiyi düşündükleri kadar radikal demokrasicilerin de bu demokrasiyi Laclau’nun, Habermas’ın, Bookchin’in ötesinde, “bildiğimiz” sosyalizmle çok daha iç içe düşünmelerinde yarar vardır.