Sınıf politikasında kayıp halka: “Sınıfın ruhsallığı”

“Sınıfın ruhsallığından” bahsetmek, sınıfın özneliğine, failliğine, bu faillik içinde beliren bilinçlere ve duygusal katmanlara dönük bir perspektif arayışını işaret etmektir. Bu anlamda sınıf politikasında öznelik alanının pek soruşturulmadığı kaba materyalist önermelerin de reddini ifade ediyor.

Ağır bir yoksullaştırma ile karşı karşıyayız. Her muhabbet bir yerinden etiketlere, fiyatlara, pahalılığa geliyor. Evet “metanın sırrı” …

Metanın sırrını biliyoruz. Pazar reyonundaki etiketin ardına gizlediği şeydedir; domatesin kilosunu ve 30 lirayı konuşmamız ama bunun ardındaki büyük yağmayı, bölüşüm ilişkilerindeki vahşeti, domates otuz lira olabildiği için süren sefahati ve bu nedenle açlığa mahkum edilmiş bedenleri hemen tek celsede bilemeyişimizdedir o sır.

Metanın sırrı, insanlar arasındaki ilişkilerin metalar arasındaymış gibi görünmesi ve fetişleştirilmesindedir.

Peki aynı perspektiften baktığımızda bir de “sınıfın sırrından” bahsetmek mümkün mü?  Sınıfın sırrı derken, tıpkı fetişizmde perdelenen ve ters yüz olan görüngüler gibi sınıf ilişkilerinde de “bilinci” sarmalayan ruhsallığı kastediyorum.

Amacım, “sınıfın ruhsallığı” kavramı etrafında yürütülen değerli tartışmalara bu köşe yazısıyla dikkat çekmek. Takip etmeyenler olabilir. Bu tartışma özellikle “işçi intiharları” gündemiyle paralel olarak ortaya çıktı. (1)

Öncelikle belirtmek gerekir ki “sınıfın ruhsallığından” bahsetmek, sınıfın özneliğine, failliğine, bu faillik içinde beliren bilinçlere ve duygusal katmanlara dönük bir perspektif arayışını işaret etmektir. Bu anlamda sınıf politikasında öznelik alanının pek soruşturulmadığı kaba materyalist önermelerin de reddini ifade ediyor.

Zira açlık yalnızca çıplak olarak açlık değildir, ne de yoksulluk, işsizlik, güvencesizlik dar anlamda sabit konumlar olarak anlaşılabilir. Tüm bunlar geniş ifadesiyle toplumsal proletaryanın, kendilerine benzeyen insanlarla bir “sınıf oluşturanların”, bu dev kolektif bedenin “deneyimleri” olarak yaşanır.

Bu deneyimleri soruşturmak ve bunları yıkıcı ve kopuşçu politikalara bağlamak sınıf siyasetinin temel konularından biri olarak görülmelidir.

Samimi bir itiraz şu olabilir. Denilebilir ki bugün örneğin okul çocuklarının bile aç kalmasın diye okula yollanmadığı koşullarda, “ruhsallıktan” bahsetmek, sınıf bilincine “kazı çalışmaları” yapmak, odaktan uzaklaşmak anlamına gelmez mi? Ya da “derin yoksulluk” gibi kavramların kullanıldığı bir ortamda duygulara, ruhsallığa sıra gelebilir mi?

Oysaki “açlık” dediğimiz şey, yoksulluk dediğimiz şey bir doğa olayı değil, midenin gurultusuna her zaman ezilmenin, hor görülmenin, dışlanmanın, yok sayılmanın, hasedin ve hıncın türlü itkileri eşlik ediyor.

Tam da böyle olduğu için, ezilenin iniltisini, yoksulun ıstırabını, “çalışanın acısını”, güvencesizin yarasını, gri yakalının öz yıkımını sınıf siyasetine tercüme etmek önemli. Sınıf bilincini etkileyen-belirleyen, kendisi de etkilenmeye ve belirlenmeye açık tüm bu uğrakların göz ardı edilmesi, günümüzün dünyasında akıl almaz bir aymazlıktır.

Zira günümüzün dünyası “sınıfın ruhsallığını” türlü dinlerle sarmalamaktadır. AKP iktidarında gündelik yaşamın yoğun biçimde dinselleştirilmesi bunlardan yalnızca biri. Daha az gündeme gelmekle birlikte sınıfı kuşatan ruhsallıkta öz bakım endüstrisi, kişisel gelişim var, çalışma acısının dindirilmesi stratejileri var, metanın şehveti var. 18 takside acımızı dindirecek, tek çekime cildimizi yumuşatacak, 3 seansta öfkemizi alt edecek türlü dinler var. Her ne kadar fiyatlar arttıkça “anı yaşa, anda kal” diyen dinlerin parodileşmesine tanık olsak da…

Krizle birlikte sınıfın ruhsallığında açığa çıkan başka şeyler de var.

Hıncın, öfkenin, hasedin, yaralanma ve özsaygı yitiminin, tam da kendisiyle birlikte sınıf oluşturanlara yönelmesi örneğin. Nöbet parasını, eve çağırdığı tamirciye verdiğini söyleyen doktorda başka bir şey var. Çift maaşlı yöneticilere, yalısından fotoğraf paylaşan trollere değil evine gelen tamirciye yönelen öfke, buradan narsisistik bir yaralanma ve kutsama devşirme, değer ölçüsü olarak yine bir emekçiyi düşman olarak işaretleme. Tatil yapamayanın haftalık iznini kullanabilene, ücret makasları daraldıkça mühendisin asgari ücretliye yönelttiği öfke de aynıdır. (2)

Eğer tüm bunlar ruhsallığın salt psikolojizme ait bir unsur olmadığına işaret ediyorsa,  güç ilişkileri yine tam da burada hükmünü icra ediyorsa siyaset bu zorlu alana yaklaşmak zorundadır. Nitekim eve gelen tamirciyi düşman belleyen doktorlar olduğu gibi, moto-kuryelerin başarılı eylemlerine öykünen, hak aramanın peşine düşenler de vardır.

Sınıfın ruhsallığı tam da bu ikiliklerde kurulmaktadır.

Burası biz sosyalistleri, devrimcileri sorumlu kılmaktadır. Sorumluluk en başta “bağ kurmayı” imkansızlaştıran atomizasyonların önüne geçmek olmalıdır. Terapiyi devrimcileştirmek, kişisel gelişimin önüne kolektif sağaltımı koymak, yası ve sevinci ortaklaştırmak, şefkat ve bakımı “başka bir etik mümkün” diyerek yüceltmek, dayanışmayı bir proje konusu olmaktan çıkarıp yaşayan gerçek insanların gerçek ilişkilerine vesile kılmak…

Sınıfın ruhsallığı, kayıp halkamız, yürek ve kor buradadır.


KAYNAKLAR

1-Bu tartışmalar şuradan takip edilebilir:

https://isigmeclisi.org/20724-sinif-mucadelesinin-ruhsal-alani-ruhsal-alandaki-sinif-catismasi-asl

https://viraverita.org/yazilar/kapitalist-uretim-iliskilerinde-sinifin-ruhsalligi-kavramsal-ve-yontemsel-oneriler

Baran Gürsel “sınıfın ruhsallığını” şöyle tanımlıyor:

“Sınıfın ruhsallığı; kapitalist üretim ilişkilerinin temel özelliği olan birincil güvencesizliğin, işçi olanlara yaptığı zorunlu ve evrensel etki ile oluşmaya başlayan, işçilik durumu ile sınıf olma süreci arasında yer alan, işçilerin bireysel veya kolektif olarak ürettiği sözel ve eylemsel ifadelerle açığa çıkabilen, bilinçdışı ve bilinçli çatışma, içselleştirme/özdeşleşme ve diğer ruhsal unsurlara işaret eder.”

2-https://birartibir.org/ruhsal-alandaki-sinif-catismasi/

Aynı bağlamda yerinde bir tespit şudur:

“Modern kapitalizmin beyaz yakalılara vaadi çok açık ve güçlüydü, ancak geldiğimiz noktada bu vaadin yerine gelmediği gizlenemez oldu. Bugün gençler geçmişin gözde ‘mesleklerine’ sahip olsalar da ebeveynlerinin refah seviyesine erişmekte güçlük çekiyor. Ataması yapılmayan öğretmenler, emeklilikte yaşa takılanlar, ‘beyaz yakalı’ işsizler, çok düşük maaşla çalışmaya razı olan profesyoneller bu başarısızlığın yarattığı bir toplumsal artık oluşturuyor. Parlak bilişim projeleriyle gelen ani zenginleşme küçük bir azınlığın geçici bir şansı olarak kalıyor, güvence hissi vermiyor.”