Sınıf Ekseni

5 Mayıs ve 20 Mayıs 2016 günleri, tarihe, totaliter tek adam düzeninin inşası yolundaki “son”dan bir önceki darbeler olarak geçecektir. Yasama, yargı, yürütme erklerinin “konu mankenleri” haline geldiği, devlet ve toplum yaşamıyla ilgili tüm belirleyici kararların, dokunulmaz, erki paylaşılmaz bir kişi tarafından verildiği, MHP ve CHP’nin rejimin payandası, kimi zaman da “kum torbası” rolleri üstlendiği, toplumun yarısının kendisini dışlanmış, aşağılanmış, daha önemlisi umutsuz ve çaresiz hissettiği, dinci, ırkçı, cinsiyetçi gericiliğin kör şiddet eşliğinde toplumu tehlikeli biçimde düşmanlaştırdığı, çürüttüğü zamanlardayız.

Kuruluşun “sonu” ya da sonun başlangıcı… Bu yolun hangisine çıkacağı, bundan sonraki “zaman”ın içinin, kim tarafından, nasıl doldurulacağına bağlı.

Son 14 yılda çokça yapıldığı gibi, durumdan yakınmanın, emperyalist güçlerden, AKP içindeki çatlaklardan, cemaatten medet umarak Erdoğan’a ömür biçmenin, “bu kadarı da olmaz!” diyerek CHP’ye kızmanın vb. her aşamada çaresizlik duygusunu pekiştirmekten başka hiçbir şeye yaramadığı artık apaçık.

Açık olması gereken bir şey daha var: Osmanlı’dan bu yana tarihsel birikimiyle, 1960’lı, 1970’li yıllardaki sol/sosyalist aşılanmasıyla, yakın tarihin dönüm noktalarında gücünü ortaya koymuş, yaşam geçim talepleri acilleşmiş büyük işçi sınıfıyla, cumhuriyetçi-seküler kadın, aydın ve gençlik dinamikleriyle, emekçi-seküler karakteri ağır basan Kürt halk hareketiyle Türkiye toplumunu bu deli gömleğine sığdıramazlar. Kapanacağı zamanı bilemesek de, Erdoğan dönemi onların sevdiği deyişle tarih içinde bir “parantez” dir.

Bu tarihsel olarak doğru öngörünün, dinç bir toplumsal muhalefet hareketi yaratması ise, devrimcilerin, konuyu tarihe havale etmeyip “zamanın” isteğine yanıt üretmelerine bağlı.

***

Bu yıkıcı, gerici ve çürütücü rejimin her günü bu toplum için telafi bedeli ağır bir zaman kaybıdır. Bu karanlıktan bir an önce kurtulmayı pratik, birleştirici bir siyasal hedef olarak öne çıkarmakta hiçbir yanlışlık yoktur. Ne var ki, bu hedef daraltma, bu kadarla kaldığında, doğası gereği tehlikeler de içeriyor.

Bir kez, ilk bakışta sanıldığının tersine hedefe ulaşmayı kolaylaştırmıyor. Devlet aygıtını ve sermaye desteğini arkasına almış, Türk-İslam senteziyle ittifaklarını yenilemiş, otoritesi tartışılmaz bir önder çevresinde kenetlenmiş rejim, bu saflaşmayı sonuna dek sömürerek iktidar blokunu sağlamlaştırıyor. Karşısındaki muhalefet ise iktidarsız, yönsüz ve dağınıktır. “Toplumun yarısı” ne yazık ki, saçılmış, siyaseten etkisiz durumdadır. İki yarı siyaseten denk değildir.

İkincisi, milyonlarca emekçi, ilerici bu ağır sömürü, totaliter baskı düzeni yerli yerinde dururken Erdoğan’ın gitmesinin kendi çalışma-yaşam-geçim koşullarında ve toplumsal ilişkilerde hiçbir önemli değişiklik getirmeyeceğini seziyor. Bugünkü umutsuzluk ve hareketsizlikte bu sezginin büyük payı var.

Sonuç olarak, anti-kapitalist bir zeminden, emek-sermaye karşıtlığı ekseninden yükselmeyen rejim karşıtlığı, Erdoğan’ın kurduğu denklemi bozup, yeni bir ayrışma-birleşme ekseni, emekçiler için uğruna mücadele edilecek kurtuluş seçeneği, umut, enerji, toplumsal heyecan yaratmıyor.

***

Öyleyse, komünistler, devrimciler ne yapmalı?

En başta, Türkiye’nin ve solun birikmiş, yumaklaşmış sorunlarının kısa dönemli, kolaycı çözümleri olmadığını bilmek ve bilince çıkarmak gerekiyor. Güncelin basıncı altında günü bile kurtarmayan hedefler peşinde sürüklenmek yerine, sonuç belirleyici alanlara yoğunlaşmak, bu alanlarda güç biriktirmek, geleceği kazanmanın en etkili ve bugüne dek kaybedilen zamanlar düşünüldüğünde aslında en “hızlı” yoludur.

Varlık nedenine, amacına karınca disipliniyle, çalışkanlığıyla bağlı siyasal yoğunlaşma, düzenden insan koparan, üreyen/çoğalan bir örgütlülük, geliştirici, yaratıcı (evet kesinlikle yaratıcı!) bir eylem çizgisi izleyerek devrimci bir kutup, siyasal güç odağı yaratmak…

Böyle bir odak ancak işçi sınıfına, aynı anlama gelmek üzere toplumsal proletaryaya dayanarak yaratılabilir. Kapitalizm altında, düzen karşıtı, devrimci bir pratik ancak emek-sermaye çelişkisi üzerinden toplumsallaştırılabilir. İşçi sınıfının ivedi, yakıcı istemlerinin birer mücadele başlığı olarak kuvveden fiile çıkarılması yaşamsal önemdedir. İşçi sınıfı yığınlarını siyasallaştırmanın başlangıç adımı, onları bu istemler için mücadeleye kazanmaktan geçiyor.

Tüm toplumu ilgilendiren, hatta bir toplum olarak kalabilmenin kritik sorunları haline gelen “laik devlet-seküler toplum”,  “Kürtlerle Türklerin toprak ve emek kardeşliği içinde birlikte yaşaması” ve “parçalanmış toplumu yeniden kuracak, yeni bir hukukun yaratılması” mücadeleleri ancak sınıf eksenli bir siyasetle, bu siyasetin birleştirici toplumsal gücüyle kazanılabilir. Yakın dönem pratikleri, kendi başlarına soyut laiklik ve barış çağrılarının toplumsal çekim ve harekete geçirme sınırlarını göstermiştir. Devrimci siyasetin bu iki sorunda birleştirici bir inisiyatif geliştirmesi, sınıf çelişkilerini örten perdelerin kaldırılmasını sağlayacağı için ayrıca önemlidir.

Bu iki kritik mücadele başlığının “bölen” değil “birleştiren” işlev görmesi de, Türkiye’nin bu karanlık dönemden ileriye doğru sıçrayarak çıkması da, sınıf ve sosyalizm hareketinin gücüne, olası bağlaşıkları üzerindeki etkileme yeteneğine bağlıdır.

Öyleyse, bugünün en öncelikli, en yaşamsal pratiği, işçi sınıfı eksenli bir siyasal odağın inşası için seferber olmaktır.