Ne olur ne olmaz, önce malumu ilam: Türkiye’deki sığınmacıların aç ve açıkta bırakılmaması, kendilerine gerekli korumanın sağlanması, bu insanların sınır dışı edilmemesi, ülkelerine zorla geri gönderilmemesi ve sığınmacıları hedef alan “nefret söylemlerine” ikirciksiz karşı çıkılması hepimizin savunması gereken ilkelerdir.
Bu insanlar nereden gelmiş olurlarsa olsunlar, gelişleri Türkiye’deki rejimin hangi hesaplarına dayanırsa dayansın, böyledir.
Ne var ki işin bu basitlikte kalmadığı da açıktır. Sol çevrelerdeki sığınmacı tartışmalarında göze çarpan birtakım “sorun alanları” vardır. Bunları mümkün olduğunca kısa tutarak özetlemeye çalışacağız.
Herkes kendi işini yapsın
Sığınmacılarla dayanışma ve yardım çerçevesinde çalışmalar yapan sivil toplum kuruluşlarının, bugün yaşanan sığınmacı olayının ardındaki siyasal süreçleri, rejimin bu bağlamdaki hesaplarını düşünüp öyle hareket etme gibi bir zorunlulukları yoktur. “İnsani yardım”, belirli çevreler açısından her tür siyasal mülahazanın üstünde olabilir ve bu durumun saygıyla karşılanması gerekir.
O halde, çok daha kapsamlı siyasal hedefleri olan örgütlerin, insani gerekçelerle hareket eden çevrelere ha bire “bu işin geri planına” ilişkin açıklamalarda bulunmaları pek anlamlı olmayacaktır. Bunun tersi de geçerlidir: İlgili çevrelerin de siyasal hedefleri olan örgütleri kendi kriterlerine göre “yargılamaya” hakları yoktur.
Dediğimiz gibi, sivil toplum kuruluşları ve duyarlı çevreler bugünkü rejimin sığınmacı politikalarını sorgulamayabilir; ancak, siyasal hedefleri olan örgütler konunun bu boyutunu da dikkate almak zorundadır. Irkçılık, yabancı düşmanlığı ve nefret söylemi gibi yanlışlardan uzak kalındığı sürece Türkiye’deki rejimin kimi özel hesaplarına işaret edenleri “ırkçılıkla” suçlamak kimsenin haddi olmasa gerek.
Özetle, herkes kendi işini yapsın.
Kimse sosyalistlere mürebbiyelik yapmasın
Öyleleri vardır ki “işçi sınıfı” deseniz “A, o dediğiniz şey hala var mı” yanıtıyla karşılaşabilirsiniz. Ama aynı kişiler sığınmacılar söz konusu olduğunda size kalkıp ülkedeki işçi sınıfıyla çoğunluğu emekçi kategorisinde sayılabilecek sığınmacılar arasındaki sınıf kardeşliğinden ve olması gereken sınıf dayanışmasından bahsedebilir.
Sonra, başka zamanlarda pek akla gelmeyen enternasyonalizm de bu konu açıldığında hemen gündemin baş sıralarına oturur. Kendisi yurt dışındaki bir “workshop” dolayısıyla ya da lisansüstü akademik çalışma nedeniyle pasaport ve vize süreçlerinden geçerken hiç de isyankar davranmayan biri bu konudaki radikalizmini size sığınmacılar gündeme geldiğinde gösterebilir: “Sınır kontrolü de ne demek? Ülke sınırları, dünyanın ve ülkelerin egemen güçleri tarafından icat edilen yapay ayrım çizgileridir, tanımıyoruz…”
Verdiğimiz örneklerden ilki düz sahtekarlıktır ve üzerinde durmaya gerek yoktur. İkincisinde ise mevcut dünya sisteminde “gedik açmaya” yönelik bir perspektiften söz edilebilir. Ancak, 30 yıl kadar önce dillerden düşmeyen “küreselleşmenin” de sistemde gedikler açılmasına elverişli yanları olduğu söylenirdi. Olmadı. Unutulan nokta, dünya kapitalizminin böyle konularda kendi söküğünü de dikebilen bir terzi olma konumunu hala koruduğudur. Kısacası, birileri dünyanın ancak çok sonraları yaşayabileceği bir ortamın “öncüllerini” bugünden yaratmanın mutluluğu içindeyken kapitalist sistem bu “gediği” manipüle etmenin ve başka alanlarda fazlasıyla kapatmanın rahatlığı içinde keyif çatıyor olabilir.
Özetle, kimse sosyalistlere mürebbiyelik yapmasın.
Kavramlar gelişigüzel kullanılmasın
“Irkçılık” bir ideolojidir ve bu ideolojide belirli psikolojik, kültürel, vb. özelliklerin belirli insan gruplarında doğuştan var olduğu, hiçbir şekilde değişmeyecek bu özelliklerin kuşaktan kuşağa aktarıldığı iddia edilir. Irkçılık bu çerçevede ikili bir yan taşır: “Doğuştan gelen” olumsuz yanlar nasıl belirli insan gruplarına özgüyse, bunların tam tersi üstün özelliklerin de gene doğuştan gelmek üzere başka insan gruplarında görülebileceği düşünülür.
Başka bir deyişle gerçek karşılığıyla ırkçılıkta, aşağılamanın, hor görmenin, insandan saymamanın tamamlayıcısı, üstünlük, biriciklik, yücelik, arılık gibi atıflardır.
“Irkçılık” aşağı yukarı böyle tanımlanabilecekken son tartışmalarda bu kavramın gelişigüzel kullanıldığını görüyoruz. Daha önce başka bir vesileyle değinmiştik: Belirli tepkilerin değerlendirilmesinde elimizde önyargı, kalıpçılık, damgalama, yaftalama, hoşgörüsüzlük, yabancı düşmanlığı, nefret suçu, nefret söylemi gibi terimler varken ne görüldüyse hepsi peşinen “ırkçılık” sepetine atılmaktadır.
Bir ihtimal, ırkçılık kavramının diğerlerinden çok daha yaygın bilinmesi ve dünyada futbol sahaları başta pek çok ortamda kınanması, mahkum edilmesidir. Yani ortada ne varsa hepsine “ırkçılık” damgası vurulduğunda bu yaklaşımın “caydırıcı” olacağı, işlerin gerçek karşılığıyla ırkçılığa varmasının önlenebileceği düşünülüyor olabilir.
Ancak, ters tepme ihtimali de vardır.
Rize’deki çay hasadında Suriyelilerin değil de bu işi daha iyi bildikleri aşikar Gürcülerin (hasat için gelebildikleri dönemlerde) tercih edilmesi “ırk ayrımcılığı” değil basit bir ücret/verim hesabıdır.
Adana ve Gaziantep illerinde Suriyelilerin varlığı yüzünden “işi kesatlaşan” bir berberin ya da tatlıcının tepkilerinin “ırkçılık” olarak nitelenmesi fazla zorlama olacaktır.
Bir TC vatandaşı örneğin kız çocukların eğitimi, erken yaşta evliliklerin önlenmesi, çok eşliliğin yasaklanması gibi çoğu Medeni Hukuk kapsamına giren alanlarda kendi ülkesini başka kimi ülkelere göre daha “ileride” sayıyorsa, burada da ne ırkçılık ne de (bu haliyle) milliyetçilik söz konusudur.
Bu insanların karşısına ırkçılık suçlamasıyla çıkılmasının uyarıcı ve caydırıcı etkisi olacağını sanmıyoruz. Ters tepip “Öyleyim, var mı diyeceğin” tepkisiyle karşılaşması ihtimali daha büyüktür.
Özetle, belirli kavramların kullanılmasında tasarruf, savurganlıktan hem çok daha doğru hem de işlevli olacaktır.