Şeytanımız bol olsun!

Ağaçların rengine ilişkin ünlü deyişi duymamış olan herhalde yoktur. Tam olarak şöyledir:  “Tüm teori gridir dostum; ebediyen yeşil kalan ise hayat ağacıdır.”

Goethe doğru söylemiştir, gerçekten böyledir.

İsterseniz deneyin: Bir grup arkadaşınıza teorik bir önermede bulunun ve tartışılmasını isteyin. En kötü ihtimal “şimdi böyle şeylerin sırası mı?” diye terslenmenizdir. En iyi ihtimalde ise önermenizin çerçevesi, kavramları ve yöntemi makul bulunursa üzerinde biraz durulur, ardından (haklı olarak) “pratikte sınanması gerekir” denir ve orada biter.

Aynı arkadaş grubuna bu kez başka bir önermede bulunun. Örneğin deyin ki “referandumda hayır cephesinin öne çıkaracağı temalar şunlar şunlar olmalı…”  Ciddi, katılımcı ve uzun bir tartışmanın önü açılmış olacaktır.

İroni yapmıyoruz, kinayeli konuşmuyoruz; olabilecek olan ve olması gereken budur. Çünkü teori ağacı gerçekten gri, hayat ağacı ise gerçekten yeşildir.

***

Ancak, ağaç renklerine ilişkin bu deyişi bize miras bırakan Goethe, kendi döneminde topa tuttuğu ruhban sınıfına ve soylulara sert eleştiriler yöneltir. Der ki, “avucunuzda bulmadığınız nesneleri dünyadan kalkmış sanırsınız. Hesap edemediğiniz hesap sorunları sizin için yoktur. Tartamadığınız nesnenin ağırlığı yoktur.” (Faust,  çeviren: Hasan İzzettin Dinamo, Yazko 1983, s. 213).

Bu durumda, avucumuzda bulmadığımız nesneler, hesap edemediğimiz hesaplar ya da tartamadığımız nesneler hakkında en azından bir fikrimizin, genel bir yaklaşımımızın olması gerekmez mi?

Faust’ta “şeytan” (Mefistotoles) burada devreye girer; kendisine dayatılan darlıkla yetinmesi beklenen insanı “yasaklar ve günahlar” alanına davet eder. İşte bu alan o kadar da “yeşil” değildir; teorinin grisi de bulaşmıştır.

Sola da bulaşmalıdır.

Eğer “şeytani olan” bu davetse, şeytana uymanın sakıncası yoktur.

***

Ancak, işimizi zorlaştıran kimi nesnellikleri de bilmek, kabul etmek durumundayız.

Dünya kapitalizmi kendi tarihini, bir yanda ekonominin işleyişini/düzenini belirli bir çerçeveye oturtan, diğer yanda ise siyasal, ideolojik, kültürel vb. üstyapılara evrensel “standartlar” getiren teorilerle yaşamıştır.

Yaklaşık 150 yıl böyle gitmiştir.

Karşısındakinin, sosyalizmin kendi teorik uğraşına ve üretimine girdiler sağlayan, belirli zeminler oluşturan bir nesnellikti…  

Bu nesnelliğin son 10-15 yıldır ortadan kalktığı kanısındayız.

Avusturya Okulu, Schumpeter, Keynes, monetarizm, Popper, Arendt, Aron vb. derken en son “küreselleşmenin kimi riskler de içeren potansiyel nimetlerine” ve “adil küreselleşmeye” ulaşılmıştır. Oradan “çoğulcu-katılımcı demokrasiye”, “üst-anlatıların eleştirisine”, “radikal demokrasiye” gelinmiştir ve bu yeni dalga da son 10-15 yıl içinde tükenmiş, iflas etmiştir.  

Özetle, kapitalizmin daha 1840’larda Marx tarafından saptanan, çok sonraları Schumpeter tarafından da işlenen “yaratıcı yıkıcılığı” artık özellikle üstyapısal “yaratıcılık” öğesi tümden dumura uğramış bir yıkıcılıkla kalakalmıştır.

“O da kapitalizmin derdi olsun” deyip geçmeyelim.

Belirsizlikleri artırdığı için bizim teorik kalkış noktalarımızı zayıflatan, teorik üretim alanımızı sınırlandıran ve belirsizleştiren bir etkendir.

***

Yine de “şeytan” bize ne diyor, nelere, nerelere tahrik ediyor bunlara bakmak, sonra “şeytana uymak” durumundayız.    

Biz de uyalım ve (şimdilik) dört “teorik” önermeyi sıralayarak bitirelim:

Birincisi: Kapitalizmin yaratıcılık boyutunun işlevini yitirdiği bugünkü koşullarda, sol-sosyalist alternatif kapitalizm için “pozitif önermeler” şöyle dursun her zamankinden daha yıkıcı düşünmek, yapabildiği yerlerde de bu yıkıcılığını yaşama geçirmek durumundadır.

İkincisi: Ademi-merkeziyetçilik, “radikal demokrasi” ve benzerleri, az önce değinilen “yıkıcı boyut” devreye girmediği sürece en fazla kapitalizmin kendini bir ölçüde değiştirerek nasıl sürdürebileceğine ilişkin naif önermelerden ibaret kalacaktır.

Üçüncüsü: Eğer olumlu anlamda yıkıcılıksa ve kapitalizme gerçek bir alternatif bulmaksa, bu alternatif merkeziyetçilik, planlama ve büyük ölçekli birimler başta kimilerince “eskimiş” sayılan araçları yeniden gündeme getirecektir.

Dördüncüsü: Bugünün koşullarında güncel mücadele temalarıysa, neredeyse karşı tarafa zimmetliymiş gibi görülen “popülizme” başka türlü bakmak, yanlış ellerdeki bu ideolojik-pratik kategoriyi “çağdaş halkçılık” olarak yeniden üretip doğru ellere taşımak gerekecektir.

Şeytanımız bol olsun!