Tekbircilerin milli irade mitinginde Binali Yıldırım, Nâzım Hikmet’in şiirini okudu diye sevinenler var. 33 Kurşun’un şairi Ahmet Arif’in dizeleri, halkımıza, değil 33, bin yüz otuz üç kurşunu birkaç ay içinde sıkanların ağzında nutuk süsüne çevrilince şiirin gücü anlaşıldı diye yorum yazan yazar arkadaşlarıma rastladım. Şiir diye yıllarca Necip Fazıl veya Arif Nihat Asya manzumelerinden başka şey anlamayanların, iktidardan düşürülme korkusuyla düzenledikleri meydan şovlarında edebiyat bulanlar gördüm.
Malum, darbedir; aklın gerilemesinde sınırların aşılması demektir. Bütün mantıksal ölçütlerin sarsılması, aklın frenlerinin patlamasıdır. Darbeler, hapishane, işkence, yasak, baskı demekse bütün bunların temel hedefi, toplumların hafızasını silmektir. Tarih bilincini kazımak, toplumsal bilince iktidarın uydurması yeni bir tarih nakli yapmaktır. Son darbecilerin bunu ustalıkla yaptıklarını biliyoruz. Cumhuriyetin tarihini ve anlamını yeniden yazdılar. Laikliğin tarifini dinciliğe uydurdular. Kamusal hak ve özgürlükleri piyasaya indirdiler. Sözcüklerin anlamını değiştirdiler. Sözgelimi yoksulların konutlarını, mahallelerini ellerinden alıp rant kapısı yapmanın adına “kentsel dönüşüm” dediler. “Dönüşüm” ne güzel bir kavram, devrim’in eşanlamlısı, yağmanın adı oldu.
Determinizm korkağı
12 Eylül 1980’den beri diyemesek de, karikatürü bırakıp yazarlığa başladığı 1990’dan beri freni patlak, geriye doğru sürüklenen bir kalem erbabı, 19 Ağustos 2016 tarihinde yayınlanan yazısına “Akıp Giden Hayat” başlığını atmış. Yazısına şöyle başlıyor: “Hayatın geriye götürülmesinin olanaksızlığından hep çok emin oldum, zaman ilerledikçe yarın bugünden daha iyi olacaktır.” (Semih Gümüş, Radikal Kitap, 19 Ağustos 2016, s.15) İkinci cümlesi de şu: “Determinist bir anlayışta olduğumdan değil, bir dizi nedenin yanı sıra ve onlardan önce, kuşaktan kuşağa aktarılan bilginin, izlenmesi olanaksız bir hızla yarattığı birikimin büyüklüğüne bakarak.” Yazarımız determinist değil ama yine de geleceğin daha iyi olacağına ilişkin inancına nedenler bulmak istiyor. Ne olduğunu bilmediğimiz “bir dizi neden” var ama onlardan daha önemlisi “bilginin, izlenmesi olanaksız bir hızla yarattığı birikim”, yazarın, yarının bugünden daha iyi olacağına inanmasının güvencesi.
Determinizm nedenlerle sonuçlar arasındaki ilişkiyi temel alır. Yazarımız da inancına nedenler arıyor ve “bilginin birikmesini” geleceğin iyileşmesinin en temel etkeni görüyor. Peki, öne sürdüğü, bu sonucu doğuracak doğru bir neden mi, bilginin birikmesi, bilgi, geleceğin bugünden daha iyi olmasını sağlayabilir mi?
Osmanlı Meclis’inde Lübnanlı Mebus
Yazarımız determinist olmadığını söylediği için, bu sorunun onun için fazla ciddi ve gereksiz olduğunu biliyoruz. Çünkü üçüncü bölümcede, bu söylediklerinin tersinin geçerli olduğu bir örnek veriyor. Dil özensizliğinin de görülebilmesi için olduğu gibi aktarıyorum: “Bir zamanlar Osmanlı Parlamentosu’nda bir Rum mebus ayağa kalkmış ve Parlamento’nun Lübnanlı mebusuna, Odysseia’yı Arapça’ya çevirdiği için teşekkür etmiş. İnanması bile zor.” Dil özensizliği dedim, “Osmanlı Parlamentosu” diyor, onu oluşturanları ise “mebus” olarak adlandırıyor. Eğer “mebus” denecekse, Osmanlı Parlamentosu’nun özel adı diyebileceğimiz, Meclis-i Mebusan tamlamasını kullanabilirdi. Peki, Osmanlı Parlamentosu’nda Lübnanlı mebus ne arıyor? Osmanlı sınırları içindeyken Lübnan diye bir ülke var mıydı ki, “Lübnanlı” olsun? Eğer “Rum mebus” diyerek milliyetini vurguluyorsanız ötekini de “Arap mebus” diyerek anlatmanız gerekmez mi?
Meşrutiyet Meclis’inde Odysseia’yı çevirecek ve bundan dolayı birbirini kutlayacak kültürlü milletvekilleri görünce şaşıran Semih Gümüş, bugünün Millet Meclisi’nde “Odysseia’dan tek satır okumuş olanların yüzde 1’i belki bulabileceği” acı gerçeğiyle sarsılıyor. “Okuma yazması olmayan bir topluluk, koca ülkeyi sınırsız bir özgüvenle yönetiyor.” sonucuyla karşılaşan Semih Gümüş “bilgi birikimi” tezinin çöktüğünü itiraf ediyor.
Beklemekte çözüm aramak
Bu durumda ne yapacak, yeni bir tez mi geliştirecek diye sorarken şu indeterminist çözümle karşılaşıyoruz: “Ne kadar bekleyeceğimizi bilmiyoruz ama kendi adamıza çekilip bekleyeceğiz.” Arkasından şu pek belirsiz cümle geliyor. “Zamanı kötüye kullanmanın benzeri az bulunur kötülükteki örneklerinden birinin yurttaşı olarak duruyoruz ve izliyoruz.” Buradaki duran ve izleyen, “örneklerinden birinin yurttaşının” nereli olduğunu anlayabildiniz mi? Semih Gümüş Türkçesi Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında olmayan bir ülke yurttaşından Osmanlı mebusu icat ederken, bir ülke ya da devlete bağlı olması gereken yurttaşı da “örneklerinden birine” bağlıyor.
Burada Semih Gümüş’ün takır tukur Türkçesi iyice bozuluyor. Sanki yazdıklarından herhangi bir anlam çıkmaması için uğraşıyor: “Ne ki baskı altında kalmadan konuşma özgürlüğünü kullanabilenler için sözü edilmeye değmeyen sorunlar, burada her türlü şiddetin aynı anda kullanılmasının yolunu açar.” Başkaları için önemsiz sorunlar, burada, “her türlü şiddetin aynı anda kullanılmasının yolunu” açıyor. Semih Gümüş’ün “konuşma özgürlüğünü” kullanmakta sıkıntıları olduğunu anlıyoruz.
Yeni bir bölümce şöyle başlıyor: “Bir toplum hep egemen anlayışların, üst kimliklerin altında yaşamaya koşullanırsa, günlük hayattan aydınların kendi alanlarındaki üretimlerine varıncaya dek, özgün kimlikler yerine ortak kimliklerin ortalamaya inen çizgisinin altına sığınmak kalır.” Bu tümcede kim nereye sığınıyor, “ortak kimliklerin ortalamaya inen çizgisinin altına sığınmak” nasıl kötü bir durum, doğrusu pek anlayamıyorum. Ama Semih Gümüş anlamam için çabasını sürdürüyor ve şu cümleyi ekliyor: “Böylece bütün toplum o çizginin altına sığdırılır.” İş daha da zorlaştı, o çizgi nereden çıktı ve “bütün toplum” çizginin altına nasıl sığdırılır?
Çizginin altına sığan toplum
Semih Gümüş edebiyatı, Türkçe konuşamayan, doğru dürüst benzetme yapamayan, mecaz kullanamayan, hatta özne yüklem yetersizliğiyle, sözdizimi bozukluklarıyla dolu bir edebiyat. Semih Gümüş, Türkiye’de “eleştirmen” olarak tanınıyor. Bu tırnak içinde eleştirmen, çizginin altına sığdırdığı bir toplumda, neredeyse yirmi beş yıldır hep suların başında.
Dergi editörü, kimin yayınlanacağına o karar veriyor. Ödül jürilerinde, kimin ödüllendirileceğini ve ünlendirileceğini belirliyor. Eleştirmeni, editörü, ödüllendiricisi Semih Gümüş ve benzerleri olan bir edebiyattan güzel Türkçeyle yazılmış romanlar öyküler bekleyebilir misiniz? Bunlar, Tahsin Yücel’in 25 yıl öncesinden saptadığı gibi, “topal Türkçesiyle” Orhan Pamuk’tan dünya çapında bir romancı icat ettiler.
Bitmedi. Semih Gümüş’ün “Akıp Giden Hayatı” şunları da götürüyor. Tam toplum çizginin altına sığdırılmışken şöyle devam ediyor: “Sosyalist gerçekçilik, edebiyatın önünü tıkamaya başlamışken kendinden başkasına da hayat hakkı tanımamaya çalışınca, her şey tarumar oldu.” İşte, tam burada, “Darbe” dedim, “Semih Gümüş darbeyi hissetmiş.” Bu kadar gizemli söz, öznesi kaybolmuş cümle bu nedenleymiş. Darbe hissedilirse, bir biçimine getirip sosyalizme karşı bir şeyler söylemek her zaman can simididir. Ben, “az bulunur kötülükteki örneklerinden birinin yurttaşının” kayıp ülkesini günümüz Türkiye’sinde ararken ne kadar yanılmışım. Semih Gümüş birdenbire aklımı başıma getirdi; “Sosyalist gerçekçilik, edebiyatın önünü tıkamaya başlamışken kendinden başkasına da hayat hakkı tanımamaya çalışınca, her şey tarumar oldu.” Bu cümlede fikir aramıyorum, şu cümlenin zavallılığını görmeniz için tekrar alıntılıyorum. Sorsam, sosyalist gerçekçilik hangi edebiyatın önünü tıkadı? Nasıl tıkadı? Ne yaparak kendinden başkasına hayat hakkı tanımadı? Voice of America’nın yıllarca yayınladığı propaganda programları kadarını bile söyleyemez.
Sosyalist gerçekçiliğe saldırmak
Darbe olmuşsa, sosyalist gerçekçiliğe ve sosyalizme saldırmak elzemdir.
Semih Gümüş, 12 Eylül Darbesiyle yaratılan ortamda edebiyatta bellek silme, yeni tarih ve edebiyat naklinde gerçekçilik düşmanı bir eleştirmen olarak sahneye çıktı. AKP darbesinde bu işini daha da yoğunlaştırdı. Başladı mı, bitti mi anlamadığımız son darbede de bu görevi sürdüreceğini bu yazısıyla duyurmuş oldu. Ne de olsa Fethullah Gülen’in ilk işi Komünizmle Mücadele Dernekleri kurmak olmuştu. Komünizmin edebiyatıyla mücadele işi de tırnak içinde eleştirmenimize düşüyor.
Şöyle devam ediyor, sanki bir yazar değil de, Diyanet fetvacısı ya da edebiyat fetvacısı… “Güzel romanlar yazıldı bu arada, niçin yazılmasın, Maksim Gorki’nin ya da İlya Ehrenburg’un anlattığı hayat hikâyelerini bugün de okuyabilirim, geçmişe bağlılığımdan ama ne zaman yeniden baksam, yazınsal bakımdan eskidiklerini görüyorum.” Peki, fetvacı Semih Gümüş, göstersene Gorki’nin “yazınsal bakımdan” nasıl eskidiğini. Yoksa bütün mantık ve duygu frenleri patlamış, darbelerin Türkiye’yi sürüklediği çukura doğru koşarken siz eskimiş olmayasınız?
Edebiyat fetvacısı
Semih Gümüş, burada durmuyor, darbenin asıl hedefinin Cumhuriyet’i silmek olduğunu biliyor. Bir fetva da Cumhuriyet edebiyatı için veriyor: “Bizim Edebiyatımızda da Cumhuriyet döneminin başlangıcındaki kuruculuk döneminin eksiği, yazılanların yalnızca içine doğdukları dönemin sorunlarını yansıtmaya çalışması, geleceğe dönük olmayışlarıydı. O romanlar bir zamanların gerçekliği için yazıldı, biyografik ve otobiyografik yanları da vardı, dolayısıyla o gerçeklik yok olunca işlevlerini de kaybettiler.” İşte, piyasa edebiyatının eleştiri ve estetik ölçütleri bunlardır. Edebiyat eseri ele aldığı gerçeklik değişince işlevini kaybediyormuş. Eğer öyleyse, üç bin yıl önce yazılan Odysseia’yı çeviren ve kutlayan mebusları neden övüyorsunuz? Bugün Eski Yunan’ın hangi gerçekliği kaldı? Odysseia geleceğe dönük mü yazıldı da hâlâ okuyoruz? Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı on dokuzuncu yüzyıl Rusya’sının gerçekliğini ve dönemin sorunlarını işlemiyor mu? Neden hâlâ okuyoruz ve etkileniyoruz?
Üstelik Türkiye için Cumhuriyet edebiyatı bugün daha da güncel ve işlevseldir. Tarihsel olarak hâlâ 31 Mart’tayız ve yeni bir Hareket Ordusu’na muhtacız. Nahit Sırrı Örik’in Sultan Hamit Düşerken’ini okumak bugün ilaç gibi gelecektir.
Torba eleştiri
Semih Gümüş, darbeyi hissetmiş ve darbenin en tipik yöntemlerini edebiyata taşımış. Diyanet işlerinden fetva’yı almış, onun diliyle konuşursak AKP Parlementosu’ndan da “torba kanun” yöntemini almış. Edebiyat eleştirisine uygulamış. Torbaya ne bulursa dolduruyor ve çıkardıklarını arka arkaya sıralamayı edebiyat eleştirisi sanıyor.
Birden söz özgürlüğünden, baskı ve şiddetten söz ederken sosyalist gerçekçiliğe atlaması, Cumhuriyet edebiyatı diye, bütün klasiklerimizi geçersiz ilan etme cüretini göstermesi torba eleştirinin marifetidir. Bugünlerde bizim cenahta Üç İstanbul okuma kampanyası var. Taylan Kara arkadaşım, Türk romanının mucizelerinden biri diyor. Şair dostum Mustafa Göksoy, Üç İstanbul’a Sultan Hamit Düşerken’i ekledi ve bugünü anlamanın anahtarını onlarda buldu. Sırada Reşat Nuri’nin Yeşil Gece’si ve Yakup Kadri’nin Panorama’sı var.
Hani 1949 yılında yazılan ve daha o zaman Türkiye’nin dinci darbeciler elinde alacağı trajik gerçeğin ipuçlarını görebilen. Yakup Kadri, romanın sonunda iki Cumhuriyetçi aydının Aksaray’da tarikat ayini yapan yobazlarca linç edildiğini yazmıştır. Yalnızca gerçeği değil, geleceği de görebilmiştir.
Darbeler asıl linçi bilinçlerde yapar. Semih Gümüş, bilgi birikim diyerek başladığı yazıyı fetvalarla, torba eleştiriyle sürdürüyor. Adaya çekilmekten, durup beklemekten, bilgisizliğe teslim olmaktan başka bir şey yazmıyor. İnsanlığın geleceğini, sosyalizmi karalamaktan, Türkiye’nin devrimci geçmişi Cumhuriyeti kötülemekten başka bir şey yapmıyor.
Anladım, Semih Gümüş, yeni darbede de edebiyat cephesinde görevimin adamıyım diyor.