İdlib meselesinde işlerin nereye varabileceğine ilişkin tartışmalar sürerken pek ikna olmadığımız iki yaygın tespitle başlayalım.
Bu tespitlerden biri Türkiye’nin geri dönüşü, çıkışı-kaçışı olmayan bir belaya tam boy battığı şeklindedir. Diğeri ise Rusya’nın durumuna bakışla ilgilidir: Sanki Rusya şu anda tüm ipleri elinde tutmaktadır, taraflar arasında en dertsizi ve rahatı odur, bundan sonra da kafasında ne varsa onu yapacaktır…
İlkinde, Türkiye’deki rejimin Suriye’ye ilişkin net bir planı olduğunu, İdlib’deki son durum dâhil bugünkü noktaya bu plan dâhilinde peş peşe adımlar atarak geldiğini söyleyecek değiliz elbette. Tersine, başka pek çok alanda olduğu gibi Suriye konusunda da gelişigüzel işlere kalkışıldığı apaçık ortadadır. Ancak, sergilenen cüret, en azından bir noktada cehaletten değil doğru bir gözlemden kaynaklanmaktadır:
“Öyle bir dünyadayız, öyle işler oluyor ve ben de öyle bir yerde duruyorum ki en büyük gafı da yapsam birilerine gene bir şeyler vaat ederim, araya dereye oynarım, birine selam çakar öbürüne göz kırparım, cebimdeki bilmem ne kozunu çıkarırım, velhasıl bir yolunu bulurum…”
Yanlış olduğu söylenebilir mi?
Evet, bu tarafta ilkellik, cehalet, bağnazlık, vb. vardır da Türkiye’nin muhatapları, ABD, AB, Almanya, Rusya, İran ve Esat günümüz dünyasının olgun, bilge ve ilkeli aktörleri midir?
O halde, “Abdülhamit politikasının sonuna gelindi”, “ABD ile Rusya arasında ilanihaye dans edemezsin” gibi erken ve kesin hükümlere ihtiyatla yaklaşmakta yarar vardır.
***
Rusya’ya gelince…
Bir zamanlar birileri için söylenen “kâğıttan kaplan” sözünün “Meğer o da kâğıttan ayıymış” dönüşümüne uğrayarak kendine dönmesini istemeyeceği açıktır.
Ama hepsi bu kadardır…
Yani o da kendine “kâğıttan ayı” dedirtmemek için bir mevzi tutacak, o mevziinin ötesinde her tür esnekliği, oynaklığı, gelgiti, vb. icra edecektir. Suriye’den, özellikle Akdeniz kıyısından elini ayağını çekmesi de, Erdoğan’ın istediği gibi Türkiye ile Suriye “arasından çekilmesi” de beklenemez; ama Türkiye yatışsın diye Suriye ordusunun ilerleyişine sınır çizmesi, bu konuda Esat’ın da canını sıkabilecek bir basınç uygulaması pekâlâ mümkündür.
Büyük bir ihtimalle de bunu yapacaktır.
İstihbaratçılar kendi alanlarında çok kirli işlere bulaşmış, geçmişi karanlık tipler olabilir; ama devletin başına geçip uluslararası politika yaptıklarında her zaman temkinli ve statükocu hareket ederler.
***
Suriye’deki gelişmelerin ciddiyeti, bölgeyi geçtik dünya barışı için oluşturduğu tehdit konusunda pek çok şey söylenebilir…
Ancak, doğrusunu isterseniz bizim içinden çıkmakta, anlam verip bir yere oturtmakta güçlük çektiğimiz bir nokta var. Şöyle: Türkiye savaşa giriyor, ordu kayıplar veriyor… Bu ortamda ülkenin lideri iki gün konuşmuyor ve konuştuğunda da “Bay Kemal’e” sataşıyor, Gezi’nin ne melanet bir şey olduğundan dem vuruyor, “camide içki içtiler” diyor…
Rasgele değil de bilinçli olarak böyle yapılıyor, böyle söyleniyorsa buradan çıkarılabilecek bir tek anlam vardır:
Rejim, Suriye’deki şahinliğini, içerde geniş kitlesel tepkilere yol açabilecek noktalara kadar taşıma niyetindedir ya da en azından böyle olabileceğini hesap etmektedir ve insanlarımıza şimdiden gözdağı verme gereğini duymaktadır.
Ortam gelip çatarsa, bugünkü gözdağının, muhalefet liderlerini içeri alma, Gezi benzeri bir olayın önünü kesme (ya da bastırma) adına fanatik grupları sokağa salma gibi noktalara kadar gidebileceği unutulmamalıdır.
Gündemin başında kayıp haberlerinin geldiği bir savaş varken Gezi’den söz açılmasına biz başka bir anlam veremiyoruz.
“Gezi olayları sırasında Kabataş’ta türbanlı bacımıza saldıran üstü çıplak, meşin eldivenli ve pantolonlu şahıslar Esed ordusu saflarında TSK’ye karşı savaşırken İdlib kırsalında etkisiz hale getirilmiştir” denseydi o zaman biz de aydınlanır, aradaki bağlantıyı kavrardık.