“Şans” hazır olan kafaya güler

“Sistemik kaos”a, 2008'de patlayan ve henüz aşılamayan krizin, büyük emperyalist devletlerin taraf olduğu, yeni türden  paylaşım savaşlarının eşlik ettiği bir dönemden geçiyoruz.  Böyle bir dünyada, Türkiye’deki herhangi bir siyasal gelişmeyi, yalnızca “içeriden” bakarak anlamak mümkün değil. 

Öte yandan, uluslararası siyasal ilişkilerdeki en son durumu veri sayıp, üzerine teori, strateji kurmak  son derece yanıltıcı olabiliyor.  

Devrimci olabilmek ve kalabilmek için jeo-politik merkezli bir bakışla araya belli bir mesafe koymak gerekiyor.  

En başta “devlet” olmadığımız, öznelerin “devlet” olduğu bir taraflaşmanın aktif aktörü olmadığımız için. İkincisi, büyük emperyalist güçlerin yürüttükleri paylaşım ve hegemonya savaşlarının somut toplumlara dayattığı “seçenekler” den birinden yana, ötekine karşı olmak komünistlerin, devrimcilerin varlık nedeniyle çelişeceği için.  Ukrayna’da; Mısır'da, Suriye'de, Irak'ta, İran'da kimden yana, kime karşı olacaksınız?

Somut bir örnek vermek gerekirse, Suriye’de  emperyalist gerici koalisyonun Esad rejimini devirme, AKP’nin Türkiye’yi bu savaşa sürükleme  siyasetlerine karşı çıkılması anlaşılabilir bir tutumdur. Esad rejiminin anti-emperyalistliği üzerine strateji kurmak ise saçmadır.

***

Bizim bakacağımız yer, devletlerarası güç ilişkilerinin ayrıntıları, paylaşım ve hegemeonya savaşının dünyanın değişik coğrafyalarında yol açtığı çatışma ve gruplaşmalarda kimim kime karşı, kimden yana olduğundan çok, bu sonuçları yaratan ekonomik siyasal ve özellikle de sınıfsal ilişkiler, bu ilişkilerin yol açacağı devrimci olanaklardır. 

Böyle bakmanın ve bu bakışla davranmanın zorlukları var.  Kaotik ve çoğu kez  kısır güncelliğin içinden tarihsel-nesnel eğilimleri  billurlaştırmak, insanları bunlar üzerinden harekete geçirmek kolay değil.  Tarihsel eğilimler, büyük yığınlara, elle tutulur, gözle görünür kanıtlarıyla kendilerini ortaya koydukları zaman gerçekçi ve geçerli görünüyorlar.  

Kapitalizmin, krizli, krizlerden beslenerek yaşayan, krizleri, içinde  savaş ve iç savaşların da bulunduğu  “yaratıcı yıkım” yöntemleriyle öteleyen , “öldürmeyen kriz güçlendirir” mantığıyla yola devam eden bir sistemdir. Marx ve Engels, kapitalizmin bu özelliğinin altını çizmiş, ama bir yandan da bunun sonsuz bir süreç olmayıp, her seferinde bir dahaki krizi öteleme araç ve yöntemlerini daraltan karakterine dikkat çekmişlerdi. 

“Sermayenin en büyük engeli kendisidir” önermesi, Marx'ın dahiyane  saptamalarından biridir.  Ortalama kar hadlerinin düşme eğiliminin süreklilik ve kararlılık kazandığı, büyüme oranlarının dünya genelinde kapitalizmin “tolere” edemeyeceği düzeylere düştüğü bir tarih çağında bu saptama özellikle önemlidir.   

Sermaye birikimini artıdeğer oranı değil, artı değerin toplam sermaye harcamalarına oranı, yani kâr motive ettiği için kâr oranlarındaki düşme eğilimi kapitalist üretimin engelidir. Krizin kaynağı metaların değil, sermayenin aşırı üretimidir. Metaların aşırı üretimi neden değil sonuçtur. 

Marx’ın Kapital’de saydığı ortalama kâr oranlarının düşmesi eğilimine karşı işleyen tüm “zıt yönde etkiler” sınıf mücadelesi başlıklarıdır. Özetlemek gerekirse, sermaye, işgününün uzatılması ya da emeğin yoğunlaştırılması yoluyla emekgücünün üretilmesi için gerekli zamanı kısaltmak; ücretleri emekgücünün değerinin altına çekmek; değişmeyen sermaye öğelerini ucuzlatmak; nispi aşırı nüfus yaratmak ve dış ticaret yoluyla değişmeyen sermayenin değerini düşürmek için mücadele etmekte; işçi sınıfı, tersine işgününü kısaltmak, daha az yoğun emek harcamak, emekgücünün değerini, ayrıca parasız eğitim, sağlık ve öteki kamu hizmetleri yoluyla toplumsal ücretini yükseltmek için mücadele etmektedir. 

***

Burada ayrıntılarına giremiyoruz. 1970'den bu yana uygulanan ilkel birikim yöntemleriyle mülksüzleştirme  ve yoksunlaştırma siyasetleri, Marx'ın “zıt yöndeki etkiler” dediği araç ve yöntemlerin daha ilerisi olmayan bir sınıra dayanmakta olduğunu gösteriyor. 

Kuzey Amerika'daki ve Batı Avrupa'daki durum bu saptamayı doğruluyor.  Dünya kapitalist sistemi, 2008 buhranından çıkmış değil, öyle kolayca çıkacak gibi de görünmüyor. 

Dünya nüfusunun giderek artan bir bölümü, işçileşme, işsizleşme, yoksullaşma ve yoksunlaşma anlamında proleterleşiyor.

Kapitalist sınıf, dünya çapında, toplumsal ortak çıkarı, toplumsal sorumluluğu üstlenmek anlamında yönetme kapasitesini tüketmiştir. Piketty'nin çağrısı ve bu çağrının yanıtsız kalması göstergelerden yalnızca biridir.

Aynı madalyonun öteki yüzü ise bize, dünya proletaryasının iki anlamda toplumsallaştığını gösteriyor. Dünya nüfusunun, üretim  ve giderek tüketim araçlarından yoksun, yaşamını sürdürmesi emek gücünü satmasına bağlı kesimi, işçisi, işsizi, güvencesizi, giderek değersizleşen zihinsel emek gücü sahibi “yeni” proleterleriyle  büyüyor. Bu büyük, çok katmanlı, ülkesel-sektörel bakımdan türdeş olmayan sınıf, yani toplumsal proletarya, nesnel olarak toplumun ortak çıkarının ve  evrensel kurtuluşun taşıyıcı öznesi olarak öne çıkıyor.

Komünistlerin, devrimcilerin  olanaklar üzerinde yoğunlaşmaları, ama aynı zamanda, bu olanakları değerlendirmenin, bir yüzyıl öncesinden farklı koşulları üzerinde düşünmeleri, yeni koşulların istediği yeni yol ve yöntemlerini bulmaları, güncel miyopluğa düşmeden tüm kapitalist dünya için kaçınılmaz olan devrimci durumlara yaratıcılıkla hazırlık yapmaları gerekiyor.

Devrimci durum, devrimci şanstır. Unutulmasın, bilimde olduğu gibi, siyasette de “şans” hazır olan kafaya gülüyor.