Sandık ve sokak
Her eylemliliğe, her hareketlenmeye “Buradan yeni bir Gezi çıkar mı?” beklentisiyle yaklaşılması, sonuç olarak solda düş kırıklıklarına ve bezginliklere yol açabilmektedir.
Ne yazık ki, bu ülkenin solcuları olarak kavramların ve pratiklerin suyunu çıkarmada üstümüze yok.
“Suyunu çıkarma” derken, toplumsal ve siyasal yaşamda önemli yerleri olan kavramların, mekanizmaların ve pratiklerin abartılıp mutlaklaştırılmasını, sonuçta bunların birer fetiş haline getirilmesini kastediyoruz. Bir göstergesi, herhangi bir kavramın, mekanizmanın ve pratiğin, aslında onun tamamlayıcısı olan başka pratikleri peşinen dışlayacak ölçüde mutlaklaştırılmasıdır.
Güncel bir örnek, sandığın ve sokağın birbirinin tam karşısına konulmasına kadar uç noktalara taşınabilen görüşlerdir.
***
Bugünkü rejimin sandıktan da sokaktan da korktuğu açıktır. İki korku eşzamanlıdır ve ikisinden birine başatlık tanınmasını gerektirecek bir durum yoktur. Rejim, “Sandığı nasıl olsa hallederim, asıl derdim sokak” demediği gibi “Sokağı nasıl olsa ezer bastırırım, önemli olan sandıkta çoğunluğu sağlamam” da dememektedir.
Eğer karşı taraf bu durumdaysa, solun, rejimin korkusunu tek bir kaynağa indirgemesi ciddi bir yanlış olacaktır. Yapılması gereken, iki korku kaynağı olarak sandıkta ve sokakta mümkün olan azami etkiyi yaratacak eylemleri gerçekleştirmektir.
Sandık konusunda, bu kanalı mutlaklaştırmayan, ama sağladığı imkanlara da gözlerini kapamayan birtakım güncel öneriler ve girişimler vardır. Bunlar, önümüzdeki dönemde ete kemiğe bürünecektir.
Sandığı burada bırakıp “sokağa” biraz daha ayrıntılı olarak bakmaya çalışalım.
***
Önce, Türkiye “özelinin” ötesinde genel doğrular:
“Sokak” dendiğinde bundan özel alanın (bireyin, kamusal otoritenin müdahalelerinden azade bir otonomiye hareket edebildiği alan) ötesinde, kamusal alanda herkesin katılımına açık etkinliklerin mekanı anlaşılmalıdır.
Bu anlamda “sokak”,
1) “Kendisi gibi düşünen” başkalarıyla birlikte olan insanları, “ortaklık-ortaklaşma” nosyonuna yakınlaştırır;
2) Belirli bir sınıfın farklılaşmış, ancak belirli bir amaç doğrultusunda birleşip kaynaşabilecek kesimlerine birbirine yakınlaşma fırsatları sunar;
3) “Sokakta” herhangi bir etkinliği gerçekleştirenlerin, “davalarını” başkalarına da duyurmalarına, toplumun başka kesimlerini de etkilemelerine yardımcı olur;
4) Kendi özel alanlarında süreçleri sadece izleyebilen insanlara ileride çok yararını görecekleri deneyimler kazandırır.
Dikkat edilirse yukarıda dile getirilen olumluluklar, herhangi bir yasanın çıkartılması-engellenmesi, bir kararın geri aldırılması, bir iktidarın düşürülmesi gibi sonuçlara endeksli değildir.
Sonuçta, “sokak” diye kodlanan dış mekan etkinliklerinin ve eylemliliklerinin bu tür “peşin” avantajları vardır; bunların ne kadar kalıcı ve kümülatif özellikler kazanacağı ise artık sokağın ve eylemin kendisine değil örgütleyici ve yönlendirici öznelerin performansına bağlıdır.
***
Türkiye’ye gelirsek;
2013 yılının o çarpıcı “sokağının”, yani Gezi Direnişinin bugün solu sokak konusunda anlamsız bir müşkülpesentliğe sürüklediğini görüyoruz. Her eylemliliğe, her hareketlenmeye “Buradan yeni bir Gezi çıkar mı?” beklentisiyle yaklaşılması, sonuç olarak solda düş kırıklıklarına ve bezginliklere yol açabilmektedir.
Eklersek, rejimin ikide bir dile getirmek zorunluluğunu hissettiği Gezi düşmanlığı da soldaki bu ruh halini pekiştirmektedir: “En çok Gezi’den korktuklarına göre, olması gereken yeni bir Gezidir, o da olmuyorsa…”
Bu tür düşüncelerin hepsini boş geçmek gerekir.
Peki, bunları boş geçip de nerelere bakalım?
En başta, sonuçta ortaya yeni bir “Gezi çıkması” perspektifine bağımlılıktan kurtulup mekan üzerinde durmak gerekir. Burada kastedilen, örneğin İstanbul’da İstiklal Caddesi-Taksim, Ankara’da ise Kızılay-Bakanlıklar gibi mekanları takıntı haline getirmeyip mekanın emekçi-yoksul kesimlerin ağırlıkta olduğu mahallelere-yerelliklere kaydırılmasıdır. Unutmayalım: 2013 yılından farklı olarak, bugünkü yoksullaşma-geçim krizinin bedeli “orantısız” biçimde bu mekanlarda yaşayanlara fatura edilmektedir.
Bir başka noktaya ise Ali Ekber Doğan’ın 25 Kasım’da İleri’de yayınlanan yazısından (‘Geçinemeyenler’ hareketi başladı mı?) kalkarak değinelim: Türkiye’de toplumsal muhalefetin başarısı, “mülksüz-düşük gelirli ve vasıfsız denilen işler arasında geçinmeye çalışan toplumsal proletaryayla, yüksek eğitimli güvencesiz ve yoksullaşan prekaryanın yakınlaşmasına” bağlıdır.
O halde, ille de Gezi, ille de Taksim, Kızılay, Alsancak, vb. değil; bu yakınlaşma hangi eylemliliklerle hangi mekanlarda sağlanabilecekse orası, oraları…