Sanat sevicisi burjuvalar ve düdükler

Yıllardır, yinelenen bir safsata var; “bizde burjuvazi olmadığı için her konuda geri kalmışız”. Yüz yıldır Türkiye’yi yöneten sınıfı, fabrikaların, bankaların, büyük toprakların sahibi olanları gösterince, bunlar burjuva değil de ne deyince de, onlar “gerçek” burjuva değil, diyorlar. Batı’da öyle mi, burjuva dedin mi, kültürlü, bilim ve sanatın koruyucusu bir sınıf akla gelirmiş. 

Bu safsataya hiçbir zaman inanmadım. Burjuva, kapitalist toplumda işgal ettiği yer ve işlev nedeniyle hiçbir zaman kültürlü olamazdı, bilim ve sanatın koruyuculuğunu yapamazdı. Eğer bilim ona daha kârlı sömürü imkânı veriyorsa o zaman başka. Sanat onun toplumsal suçlarını gizliyor, onu ulvi ve yüce kişi olarak gösteriyorsa, bunu elbette desteklerdi. Varlığını sürdürmenin bir koşuluydu bu. 

1980’lerden sonra, düşük ücret politikası ile iç pazarı daraltarak, ihracat yoluyla dışa açılmaya çalışan Türk burjuvazisi, boğaz tokluğuna yaşamaya mahkûm ettiği halka, sanat diye yalnızca televizyonu bıraktı. Bu arada izleyicisiz kalan yerli sinema sektörü çökerken, sinema salonlarını Amerikan sineması ele geçirdi. Türk sineması iki binlerde kaba güldürülerle yeniden sinema salonlarına döndü, milyonluk izlenme rekorlarına erişti ama zincirleşen ve avm’leşen sinema salonlarının piyasa sansürü nedeniyle nitelikli onlarca film, tek bir sinemada bile gösterilme olanağı bulamadan arşivlere kaldırıldı. Tiyatro ise, devletin ve belediyelerin kamusal desteğiyle ayakta kalabildi, ancak düşünsel ve sanatsal niteliği geriledi. Bu alandaki 12 Eylül tahribatı, gerçekçi oyunların, halkçı yazarların dışlanmasını getirdi. Resim derseniz, alıcısı bütünüyle sermaye olduğu için, onun beğenisine ve insafına kaldı. Edebiyatın ne hale geldiği, “bestseller” listelerindeki romanlardan görülüyor. Bunun ikna edici ayrıntılarını Bestseller Okuma Kılavuzu kitabımda bulabilirsiniz. 

SPONSORLUK MU, ÖLÜSOYUCULUKTUR

Bu koşullarda, burjuvazinin sanat koruyuculuğundan değil, sanat yıkıcılığından söz edebiliriz. Emek sinemasını yıkıp avm içinde beşinci katta yeniden yapan sermayedarı, günümüzün burjuvazisinin sanata destek anlayışı için simge değerinde görebiliriz. O diyor ki, Emek sinemasına karşı değilim, ama tek başına bir yapı olarak karşıyım, dükkânların arasında, hamburgercilerin, ataricilerin kıyısında olmasından yanayım. Burjuvazi de sanata karşı değil, sanatı sever, hatta korur da ama kendisine bağlı ve bağımlı olursa. Her ağzını açtığında ona dalkavukluk yaparsa, sanata “sponsor” olmayıp da ne yapacak. Onun “sosyal sorumluluk” görevlerinden biridir bu. Üstelik yapar bir kanun, sanat için harcadığı parayı vergiden düşer. Asgari ücretli gelirinin yüzde elliye yakınını burjuva devlete vergi olarak öderken, burjuvazinin milyonluk kazancından sanata harcadığı paralar indirilerek vergi alınır. Aslında burjuvazi sponsorluğu kendi cebinden değil, devlet bütçesinden yapmaktadır. Ama bunun şanı üstüne kalmaktadır.

Bu tablo içinde “sponsorluğu” ben destek değil de, “ölüsoyuculuk” olarak tanımlıyorum. Önce piyasaya düşürerek sanatın bağımsız varoluş koşullarını ortadan kaldır; öldür. Sonra işine geleni, maniple edebildiğini, “sponsorluk” yapıyorum diye reklam aracı yap. Vergiden düşerek bu reklamı da bedavaya getir, daha doğrusu emekçiye ödet. Sanat sevicisi burjuvanın ekonomi politiği bu kadar basittir. 

TÜRKİYE’Yİ SARSAN GÜNLER

Bir dönem yaşadık. Tarihin iki kilometre taşıyla başlatabiliriz. Birincisi, 15-16 Haziran 1970, işçi sınıfının, sendikal örgütlenmeye getirilen duvarları yıktığı iki gün. Kemal Sülker’in kitabının adıyla, bu Türkiye’yi Sarsan İki Uzun Gün’de İstanbul’un işçilerin denetimine geçtiğini söyleyenler var. Vasıf Öngören, “Zengin Mutfağı” oyununda, bu iki günün burjuvazi cephesinde yol açtığı korkuyu ve bunu yenmek için giriştiği katliam politikasını, tiyatro sanatının diliyle pek güzel anlatır. 
İkincisi, 12 Mart 1971, işçi sınıfı korkusuna burjuva devletin çözümüdür; bütün ülkeyi hapishane ve siyasi av sahnesine çevirir. Sosyalist gençler, tanınmış solcu yazarlar, TİP yöneticileri İstanbul, Ankara hapishanelerinde buluşurlar. Üç fidan, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan kırk beş yıl önce, 6 Mayıs 1972’de idam edildiler. Kalemi kıran yargıcın, ipi sıkan celladın arkasında infazı yöneten burjuva vardı.

O yılların en özlü sahnelerinden birini, Şükran Kurdakul, 1975 yılında yayımlanan “Açlık Grevi” öyküsünde çizmiştir. 12 Mart’ın hapishane zulmüne direnen gençler, açlık grevine giderler. Kapıda ise onları görmeye gelen ana babaları, eşleri sevgilileri vardır. Çiçek Ana da oğlunu görmeye gelen yoksul bir kadındır. Açlık grevini bahane eden hapishane idaresi, bütün görüşmeleri yasaklamıştır. Saatlerce direnseler de kızlarını oğullarını, eşlerini göremeden akşamın alacasında geri dönerler. Çiçek Ana, yürüyerek gecekondu mahallesindeki evine giderken, yanından geçen lüks otomobildeki zengin çocuğu ona nanik yapar. Çiçek Ana bütün öfkesini ona yöneltir: “Hadi urdan burjuva piçi!” 

Bir dönemdir, okuma yazması bile olduğu kuşkulu Çiçek Ana için “burjuvazi” küfür ile eşdeğer bir kavram haline gelmiştir. Sanki 1905 Rusya’sında, Maksim Gorki’nin “Ana”sı, 1970’ler Türkiye’sinde Şükran Kurdakul’un öyküsünde yaşamaktadır. 
Bu dönemde sanat ve sanatçı yüzünü işçiye, sola dönmüştür, sevgi dolu ışıklarını işçinin üzerinde yoğunlaştırır. Hapishanelerde sanat ve sanatçıya geniş yer ayrılması, bunun sonucudur.

12 Mart Darbesi’yle neredeyse aynı günlerde, 12 büyük sermayedarın imzaladıkları bir protokolle burjuvazinin en önemli örgütlerinden TÜSİAD’ın kuruluşu ilan edilir. Aynı yıllarda Nejat Eczacıbaşı’nın öncülüğünde bir başka sermaye örgütü daha kurulur; İKSV, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı. Eli cebine gitmeyen bir sınıfın, burjuvazinin büyük sanat konsorsiyumu, devrimcilerin ve sosyalist sanatçıların yığınlar halinde hapishanelere kapatıldıkları günlerde sahneye çıkmıştır. Ne demişti darbeyi yapan general, “Toplumsal uyanış, ekonomik gelişmeyi geçti.” Darbe, toplumsal uyanışta katkısı olan devrimcileri, aydınları, sanatçıları hapishaneye toplamıştı. 

Sanat sevicisi burjuvalar, 12 Mart’ın hemen ertesinde büyük bir sanat örgütü kurmuşlardı: İKSV. Ekonomik gelişmeyi aşmayacak, mümkün olduğu kadar geride kalacak bir toplumsal uyanış, daha doğrusu körleşme için, bireyci ve anlamsız bir sanatı desteklemek gerekiyordu.

EN KOYU DEVLETÇİ BURJUVALAR

Yıkarlar, yeniden yapar, satarlar. En büyük yıkım ve en büyük satışları, yazmaya kalemim varmıyor ama bütün açıklığıyla ortada, Cumhuriyet’tir. Önce bakarlar, ince ince hesap yaparlar, “getirisi” daha yüksekse hemen en gelişmiş iş makinesini kapar, yıkıma başlarlar. Tabiatları budur. Doğalarında var, bütün insan yaratıcılıklarını paranın basit formülüne sokmaktır işleri. Sezarın hakkı sezara, cumhuriyet yıkıcılığında en müthiş aleti, AKP’yi ve dinci-faşist ideolojiyi bulabildiler. Daha doğrusu icat ettiler; elli yıldır aradıkları ve kurduklarıdır.

En büyük devletçi bunlardır. Hapishanelerine kapattıkları sosyalistleri devlet düşmanı ve yıkıcısı olmakla suçlarlar. 
En büyük devlet düşmanı bunlardır; devletin ekonomiden elini çekmesini savunurlar, bütün devlet mallarını özelleştirme adı altında mülkiyetlerine geçirmeyi becermişlerdir. 

Polis ve asker maaşlarını, rektör ve profesör ücretlerini ödemek için vergiyi halktan toplarlar. Sonra bunları ücretini ödettikleri halkın üstüne salarlar. Satılan devlet mallarını özelleştirmek için krediyi devlet bankasından alırlar. Bunların yaptıklarına bakınca, Haziran Ayaklanmasında polisin komaya soktuğu oğlu için, “sanki kendi paramla kiralık katil tutmuşum” diyen babanın söyledikleri tekrarlanabilir. Türkiye’nin başında, Türk insanının ezilmesi ve yıkımı için onların emeğini kullanarak iş çeviren bir sömürücüler sürüsüdürler.

İş çevirirken, yıkımın altında kalacaklara teskin edici, gözboyayıcı gösterilere ihtiyaç vardır. Bunu da sanattan daha iyi ne yapabilir? En büyük yıkım şantiyesinde, en estetik, balerin adımlarıyla gezinen periler görürsünüz. 

PARAYI VERDİ DÜDÜĞÜ ÇALDI

Geçenlerde Fransız Devrimi’nin Rahip Sieyes’inden esinle, “Yaşamı üretirken her şey olan işçi sınıfının, yaşamın yönetiminde hiçbir şey olamayışının yol açtığı ağır sorunlarla boğuşuyoruz” diye yazmıştım. Bugünün dünyasında ürettikleriyle, yarattıklarıyla toplumsal hayatta her şey olan, buna karşılık siyasi olarak, kültürel ve sanatsal olarak hiçbir şey olan işçi sınıfı, bu korkunç eşitsizlik denklemini ne zaman çözecek?

Yılmaz Güney, henüz on sekiz yaşındayken “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adında bir öykü yazdığı için bir buçuk yıl hapis cezası almıştı. Sanat sevicisi burjuvazinin ellili yıllarda iktidarda olan “hacıağaları” eşitsizlik sistemindeki bilinmeyenleri şıp diye anlamış ve cezayı kesmekte duraksamamıştı. İşçi sınıfının, hele günümüzdeki kapitalist kültür ve yaşam biçimi içinde akli melekelerini sisteme teslim etmiş işçi sınıfının, bırakın bilinmeyenleri, eşitsizliği bile düşünecek hali kalmamıştır. İşçi sınıfı böyle de, onun her şey olduğunu gösterecek yazarlar, ressamlar, tiyatrocular farklı mı? Onların burjuvanın elinde ne hale geldiğini en iyi bir kitabın adı anlatıyor.

Soğuk Savaşla birlikte emperyalizm sanatı da komünizme karşı bir silah haline getirmek için taktik ve stratejiler geliştirdi. Vakıflar kurdu, dergilere, sergilere, kitaplara fonlar ayarladı. Frances Stonor Saunders’in Soğuk Savaş’ta CİA’nın sanata müdahalesini araştırdığı kitabın Türkçe çevirisinin adı, “Parayı Verdi Düdüğü Çaldı”dır. Altbaşlığı “CİA ve Kültürel Soğuk Savaş” olan kitabın İngilizce adı, “Who Paid the Pipper?” “kavalcının parasını kim verdi?” anlamına geliyor. Öyle görünüyor, Ülker İnce’nin çevirdiği Türkçesinin adı, özgününden daha vurucu bir özdeyişle meseleyi ortaya koyuyor. Belki de bizim “olmayan” burjuvamız gibi, olmayan sanatçımızı da, kavalcıyı, ortadan kaldırıyor, yerine yalnızca bir “düdük” koyuyor. 
Günümüzün bayağı edebiyatına, postmodern sanatına bakınca, artık yalnızca üfleyeni görebiliyoruz. O da toplumsal varoluşuyla en aşağılık ve alçak olandan başkası değildir; Burjuva.

Kültürlü burjuvayı Batı’da bulanlar, ABD Başkanı olmadan önce milyar dolarlık bir kapitalist olan Trump’a bakınca acaba ne görüyorlar? AKP zengini Ağaoğlu ile Cengiz’e bakınca gördüklerinden çok mu farklıdır? Ya da en çok aradıkları burjuva örneğine benzeyen İstanbul Modern Müzesinin sahibi ve İstanbul Festivali’nin sponsoru Eczacıbaşı onlardan daha mı niteliklidir? 

Sanat sevicisi burjuvalardan, sanatın bütün altyapılarını dinamitleyen, on yıldır İstanbul AKM’yi çürüterek polis barınağına çeviren AKP iktidarına itiraz eden bir fısıltı bile duyabildiniz mi? 

Burjuvalar, küçük burjuvalar ve üfleyene göre ses veren düdükler hâllerinden çok memnundurlar. 

Bizim toplumsal uyanış için düdüğe değil, yaşamda her şey olduğumuzu gösterecek, söz, yetki ve kararda hiçbir şey oluşumuzun eşitsizlik denklemini çözecek sanat ve edebiyata ihtiyacımız vardır.