Damadın attığı McKinsey adımından Reisin açıklamasıyla çark edilmesi (ya da durumun böyle gösterilmesi) kimilerince “umut verici” bir gelişme olarak değerlendirildi.
Örneğin, Cumhuriyet gazetesinin yeni köşe yazarı Barış Terkoğlu’nun 8 Ekim tarihli yazısına (“Berat Albayrak’ın adamları”) göre McKinseyciler Türkiye gerçeklerine çarparak kaybetmişlerdi; “Türkiye’nin 500 yıllık Hazine birikimine ve iktidarın içinden ‘nereye gidiyoruz’ eğilimine mağlup olmuşlardı…”
Bu durum umut vericiydi, zira “hepimizin başarısıydı…”
Sahiden öyle midir? Duruma bakıp sevinmemiz mi gerekir?
***
Böyle bir iddiaları olmadığı sürece devlet konusunda “Marksist duruşu” ne liberallerden ne de devletçi kesimlerden beklemeye hakkımız olmadığını biliyoruz.
Ancak, her iki cenahın bu konuda yaratabileceği kafa karışıklıklarına meydan vermeme gibi bir görev olduğunu da herhalde herkes kabul edecektir. Nitekim Türkiye’deki Marksistler dün liberal rüzgârlar eserken bu düşüncenin devlete ilişkin tezlerine karşı çıkmışlardı. Uzun hikâyedir, girmeyelim. Bugünse başka, devletçiliğin ötesinde “devletlû” diyebileceğimiz bir eğilimin görece ağır basmaya başladığına tanık oluyoruz.
Devleti, soyut, teorik planda ele almak mümkün olduğu gibi belirli bir tarihsel dönemdeki şekillenişi açısından daha somut tezahürleriyle değerlendirmek de mümkündür.
Örneğin, dünyada ve Türkiye’de “kalkınma, sanayileşme ve modernleşme” paradigmasının başat olduğu, eğrisiyle doğrusuyla bir sosyalist sistemin varlığını sürdürdüğü dönemlerde devlete sol tarafından da belirli misyonlar biçilmiştir. O dönemin devleti de kapitalist devlettir, son tahlilde egemen sınıfların baskı aygıtıdır; ama az önce söz ettiğimiz paradigma çerçevesinde alttaki sınıfların basıncını hissederek bir şeyler yapmaya, belirli dengeler kurmaya çalışmaktadır.
Sol da devleti buna zorlamaktadır.
Bugünse karşımızda uluslararası kapitalizmle tam boy entegrasyon içinde, temsilcileri ikide bir “serbest piyasaya dokunmayacağız” mesajı veren, elindeki varlıkları satıp savan, yabancı sermayeye gel de ne yaparsan yap diyerek ülkeyi ucuz emek cenneti olarak pazarlayan bir “devlet” vardır.
O zaman açık konuşalım: Küresel sistemden görece de olsa kopmaya, içerde emekçilerin ve yoksul kesimlerin lehine gene görece de olsa birtakım iyileştirmelere gitmeye niyeti olmadığı gibi elinde bunun araçları da kalmayan bir ülkenin devleti üzerine “aman güçlü olsun” diye titremenin hiçbir anlamı yoktur.
Ya da vardır da bunlar, söylediklerinden “güçlü devlet” arayışı çıkanların en azından bir kesimine yakıştıramayacağımız anlamlardır: Küresel rekabette başka ülkelere sopa sallayabilen, içerde ise biraz kıpırdanan kesimlerin ümüğüne binmeye hazır bir devlet istenmektedir…
Yakıştıramadığımızı söyledik, ama “Devlet, ordu ve bürokrasidir” deniyorsa (Terkoğlu’nun aynı yazısı) ve bunun son dönemde “delik deşik edilmesinden” yakınılıyorsa, bugünkü düzen ve onun küresel entegrasyonu düşünüldüğünde delik deşik edilmemiş bir orduya ve bürokrasiye hayırhah bakılmasından başka bir anlam çıkarmak güçtür.
Sonra, ülkenin “500 yıllık Hazine birikiminden” söz edilmesi de ürkütücüdür.
Bu “birikimin” 405 yılı Osmanlı dönemine ait olsa gerekir. Zamanın hazine bürokratları ne kadar “titiz” olmuş olurlarsa olsunlar, kaynağı üretim değil talandır, yağmadır; ekende olmayan, biçende olmayan Osmanlı’nın yiyende ortak olmasını sağlayan haraçtır.
“Hazine birikiminin” geçmişi gerçekten 500 yıla dayanıyorsa 1518 yılına dönmek gerekir; döndüğümüzde karşımızda I. Selim’i (Yavuz); onun İran, Suriye ve Mısır kampanyalarını buluruz.
Terkoğlu bu kadar gerilere gitmeyip hepsini 1923’le başlatmış olsaydı, söylemek belki haddimiz değil, ama kendi içinde daha tutarlı olurdu.
Özetleyelim: Türkiye ne sanayileşme çabalarına tanıklık eden 1930’ların Türkiye’sidir ne de planlama anlayışının damgasını vurduğu 60’ların Türkiye’si…
Dünya da o dönemlerin dünyası değildir…
Ha ordunun ve bürokrasinin dışarda yedi düvele, içerde sermaye sınıfına meydan okuyup o dönemleri yeniden geri getirebileceğine inanılıyorsa, o başka…
Soru ortada duruyor: Şu McKinsey işine sevinelim mi?