Bize ait ne varsa, karakollara, işkencelere, tehditlere, cezaevlerine sürüklüyorlar. İçimiz kadar tıklım tıklım artık hücreler. İçimiz kadar kalabalık, içimiz kadar öfkeli, içimiz kadar düşünceli ve içimiz kadar karışık.
Katlandığımız kadar esirleşiyoruz, sineye çektiğimiz kadar sıradanlaşıyor ve umursamadığımız kadar kimsesizleşiyoruz her geçen güne. Kimsesizleştirdiğimiz kendimiziz.
“Yok, hayır böyle değil” dediğimiz yerde kocaman bir boşluk sarıyor insanı. O boşluk kendimiziz.
“Yine de doğru yerde durmak umuttur” diyen bir sesin yamacında olmak iyi geliyor.
Bunca çürümüşlüğün içerisinde, bildiğini açık yüreklilikle konuşmak, “zamanın ruhu” denilerek arkasında sıraya girilen insafsızlığa kafa tutmak, elbette deliliktir biliyoruz ama biz o deliliğe sahip olduğumuz için belki de hala varız. Herkesin içinde, bir yerlerdedir o delilik ve her itirazın içindedir elbet.
Şiirler o itirazdan çıkıyor, şarkılar o itirazlardan büyüyor, romanlar, öyküler onda büyüleniyor, sahneler onunla doluyor ve yaşam hakikatten yana olanların ellerinde, yüreğinde, bilincinde yükselip, ortak bir sese böyle dönüşüyor.
O sesi taşımanın, insana yüklediği sorumluluğu ağır elbette.
Omuzlarımız biraz düşükse bundan, gözlerimiz biraz dalgın bakıyorsa, alnımız biraz kırışıksa, yüreğimiz dilimizde titriyorsa ve sesimiz durgun akıyorsa bundan.
Helikopterden işkence edilerek atılan iki Kürt köylüsünün de, Hatay’da yanan ağacın, börtü böceğin de, bir cezaevi hücresinin sandalyesinde inleyerek ölenin acısını da aynı insanlığın imbiğinden çekip, yüreğimize alıyor, sese dönüştürüyor, peşine düşüyorsak akıbetinin bundan.
“Unutmayacağız” demek bir slogan değil, aksine hesap gününü hatırlatan bir düştür.
O düş ki hepimizi ayakta tutandır. Gözlerimizin içinde, ateş böceklerine dönüşerek parıldayan en kıymetli şeydir o. Hala gözlerimizin içi gülüyorsa, o ateş böceklerinin inadındandır.
Hafızaya bıraktığımız sözler, kuşaktan kuşağa taşınabilmişse, umut etmek, isme, deftere, anılara, anlara yazılmışsa, kurulmuşsa cümlesi geleceğin, dağlara, şehirlere, köylere ve en çok da kayan yıldızlarla sözleşilmişse, unutmamaya inat etmemizdendir.
Unutmak vazgeçiştir, vazgeçiş elden ayaktan düşmektir. Düşmesin diye hiç kimse, unutmamak boynumuzun ortak borcudur.
Doğru yerde durmak, hakikati üstlenmektir biliyoruz.
Biliyoruz,
Doğru yerde durmak ve gerçeği savunmak en büyük beladır ve etrafınızdan hızla uzaklaşanların geriye bıraktığı toz bulutu içinde, el yordamıyla yolunuzu bulmaktır.
Kaybolmaktır bazen, bazen hıçkıra hıçkıra ağlamaktır, bazen yumruklamaktır gelmişi, geçmişi ama en çok inat etmektir. Çünkü hepimizin gerçeğe dair inadı, bizleri birbirine kavuşturandır.
Dokunmadan bulamayacağız birbirimizi.
Darmadağın edilmiş yüzlerimizi, duygularımızı, inançlarımızı bir araya toplamadan, paylaşmadan acılarımızı, öfkelerimizi, bölüşmeden gözyaşlarımızı çıkamayacağız bu karanlıktan. Dokundukça aydınlanacak yüzümüz, dokundukça daha çok açacağız gözlerimizi, daha çok sarılacağız birbirimize ve meydanın ortasına çıkıp “buradayız” diyeceğiz bir kez daha.
Bizden öncekiler, biz ve bizden sonrakiler aynı meydanda buluşacaklar mutlaka.
Ne kadar cesaret edersek o kadar var olacağız, ne kadar korkarsak o kadar yok. Ne kadar inat edersek o kadar hissettireceğiz gerçeği, ne kadar hissizleşirsek o kadar alçak. Ne kadar yükseltirsek sesimizi o kadar ürküteceğiz hayatı çalanları, ne kadar sesimizi kısarsak o kadar alacaklar canımızı.
Bu yüzden, “Hayde” demeden başlamadığımız tek bir gün olmayacak. En erken biz uyandıracağız sokakları, caddeleri.
En önce uyandıran hayatı karşılar çünkü.
El edeceğiz balkondakilere, camlara, perdesinin aralığından bakanlara. Umutsuz yüzlere sıcak tebessümler bırakacağız. Mahallenin Ayşe teyzesi, Hüseyin amcası olacak dilimiz. Gözlerimiz öğrencisi, işçisi, emekçisi. “Hayde” diyeceğiz her doğan güne.
En erken biz uyanacağız.
Erken uyanan hayatı yakalar çünkü ve hayatı nerede kaptırdıysak, nerede çaldılarsa elimizden, nerede tutsak ettilerse, nerede kırdılarsa umudunu, nerede kopardılarsa sevincini, geri alacağız.
“Hayde” diyeceğiz, “Hayde”
Başka türlü kazanılamaz çünkü hayat.
En erken uyanan biz olmadıkça, yarın bizim yanımızda olmayacak çünkü.
En erken uyanan biz olmadıkça ve uyandırmadıkça yanımızdakini, yöremizdekini, hep eksik kalacağız.
Şafağı en erken biz karşılayıp ve “Hayde” diyen sesimizi bulduğumuzda, yalnız olmadığımızı hissedeceğiz.
Bir ıslık tutturacağız.
Bazen ıslıklı bir şarkı tutturmak ve kulaklara aşina sözler, notalar bırakmak, eşlik edecek bir göz, bir dudak, bir bakış ile merhabalaşmaktır. Hatırlamak, hatırlatmaktır sönmüş közlerin altında kalan ve hala sıcak olanı. Mutlaka mırıldanır birileri aynı şarkıyı, şiiri içinden. Kımıldanır ayakları, parmaklar sessizce tutturur gaydasını. Geçmiş bir zaman dilimi içine sıkışan ve unutulmaya yüz tutmuş gibi görünen, canlanıverir birden.
Bir sokak kedisinin ağrısı hissedilir, bir martının rüzgâra asılı kalmasına hayret edilir, bir çiçeğin betonu yarıp, kendini dışarı atması fark edilir olur. Fark etmediklerimizin gücü ne kadar da büyüktür oysa ve esas olan onun farkına varmaktır.
Böyle kazanacağız bir arada olmanın, durmanın, dokunmanın gücünü.
Fark ederek yani…