“Resmi tarih” yazımı, içeriğindeki zorlamalara, tarihsel gerçeklere ilişkin belirgin çubuk bükmelere rağmen bir açıdan ciddi sayılması gereken bir iştir: En azından, yazarlarının ya da yapıcılarının niyetlerinin ciddi olduğunu gösterir.
1923 Cumhuriyet’inin “resmi tarihi” böyleydi…
Şimdiki de öyledir.
Bir ülkeyi belirli bir kalıba sokmaya yönelik “eski” resmi tarih ne kadar ciddi bir niyeti yansıtıyor idiyse, bu tarihi reddedip yeni bir resmi tarih icadına soyunulması da AKP rejiminin kafasındaki Türkiye’ye doğru yürüme kararlılığının ifadesidir.
Burada durup derin bir “oh” çekelim ve “şükür” diyelim.
Neden?
Çok değil, bundan 5-6 yıl önce olsaydı “yeni” resmi tarih girişimlerine sol adına alkış tutan, “Kemalist resmi tarihe karşı” diye allayıp pullamaya kalkanlar çıkardı. AKP’nin ve rejiminin foyası bir süredir ortaya çıktığından böyle şeylere pek tanık olmayacağız gibi görünüyor.
O zaman sol “eski” resmi tarihi mi sahiplensin?
Elbette değil.
Örneğin, “anonim” bir kesim olarak dönemin telgrafçılarından başka kimseye pirim vermeyen; siyasal hasımlarla tek tek hesaplaşma dürtüsünün çok belirgin olduğu, Çankaya müdavimlerinden Falih Rıfkı Atay’a bile “keşke olmasaydı” dedirten, aşırı “kişi odaklı” Nutuk üzerinden yürünmesin…
Daha sonraki zorlamalar hepten bir kenara bırakılsın…
Bunlar ve benzerleri yapıldığında, ilk “resmi tarihin”, önce Marksist, sonra Lenin ve Üçüncü Enternasyonal damgalı “gelişim şemasıyla” görece daha fazla yerde örtüştüğü görülecektir: Gecikmiş, tepeden burjuva devrim, ulus devlet inşası, Cumhuriyetçi anti-monarşizm, laiklik, modernleşme vb.
Kendi “yazarlarımızı” arıyorsak, Doğan Avcıoğlu, Taner Timur, Yalçın Küçük, Korkut Boratav, Feroz Ahmad diye gider…
Bunlar da bize yeter…
Resmi tarihin “yenisinde” ise sol adına iler tutar yer bulamayız.
***
Bazı şeyleri bilerek, hesap ederek mi yapıyorlar, yoksa öylesine mi?
Örneğin, içeriğiyle Kurtuluş Savaşı’nın dayanaklarından biri olan Sykes-Picot anlaşmalarının gizli olduğunu, bu anlaşmaların Bolşevikler tarafından 1917 Devrimi’nden hemen sonra dünyaya açıklandığını biliyorlar mı?
1916’nın dünyasında ABD daha geri plandayken, mimarının İngiltere olduğu anlaşılan bir anlaşmaya atıfta bulunarak Washington’a “seninle tarihsel hiçbir hesabımız yok” mesajı uçurulmak istenmiş olabilir mi?
Sonra, bölgeye, özellikle Suudilere ve İsrail’e “bakın, zamanında sizi de kazıklamışlar, asıl niyetlerini bu anlaşmalar gösteriyor” imasında bulunmak istiyor olamazlar mı?
Bu kadarını elbette bilemeyiz; ancak gene de Kul ül-Amare anmalarının ve Sykes-Picot atıflarının, can çıkmayınca huy çıkmaz misali ısrar edilen “stratejik derinlik” rüyalarında belirli bir yere oturduğu açıktır.
Unutmayalım: İçeriye yeni bir şekil verme, stratejik derinlik arayışında özel bir yere sahiptir ve stratejik derinlik de içeriye verilecek şeklin mütemmim cüzüdür (tamamlayıcı parçasıdır)
***
“İçeriye verilecek şekil” dedik…
Soru, daha doğrusu sorular şunlar: Ülkeyi yeniden şekillendirmede ne kadar katı, ne kadar esnekler?
Ne kadar tam hız gitme kararlılığında, ne kadar ihtiyatlılar?
En çok neden çekiniyorlar? Siyasal egemenlik her şeye rağmen bir “blok” olgusuysa, bu bloğu oluşturan diğer bazı unsurlardan mı yoksa doğrudan doğruya halktan ve onun tepkisinden mi?
Görüşümüz şudur: Sarsıcı bir toplumsal muhalefet, “derinden gelen” kitlesel bir tepki olmadığı sürece, emperyalist odaklarmış, ülkedeki sermaye sınıfıymış, orduymuş, yargıymış, bürokrasiymiş, medyaymış, “kendi iç dengeleriymiş” vb. bunlardan fazla ürktüklerini söyleyemeyiz. Kuşkusuz kimi endişeleri vardır; ama bu alandaki manipülasyon, esneklik, zevahir kurtaracak geri adım, suçlu bulup faturayı ona çıkarma, satın alma, bir parmak bal çalma, susturma gibi çeşitli ustalıklarına güvenmektedirler.
Yani diyoruz ki kimi endişeleri olsa bile bunlar kendilerini panikletip oyunlarını baştan sona gözden geçirmeye yöneltecek boyutlara ulaşmayacaktır.
Peki, ya yükselen bir muhalefet, toplumsal dinamizm ve çeşitli cephelerde verilen mücadeleler “bloğun” diğer unsurlarını da etkileyip durumu gözden geçirmeye zorlarsa?
Bizce, endişe de değil, asıl korkuları budur…
Geçtiğimiz 1 Mayıs kutlamaları, tüm olumsuz koşullara rağmen bu korkunun pek de yersiz olmadığını göstermektedir.
Onların korkusu bu; bizim yok mu?
Örneğin, ya yükselen halk muhalefeti sonucunda egemen bloğun kimi unsurları da AKP’ye cephe alıp “bizlere” göz kırpmaya başlarsa?
Bir olasılıktır, ama hiç korkmamak gerekir: Böyle konularda çok titiz bunca “sıkı” devrimci varken neden korkalım ki?