Güncel siyasal süreçlerin gerçekçilik sınırları içinde kalarak mümkün olduğunca doyurucu biçimde değerlendirilmesi elbette önemlidir. Ancak, belirli bir ayrımın en başta ve net biçimde yapılması koşuluyla: Süreçlerin başlatıcısı ve taşıyıcısı durumunda olan siyasal öznenin her adımına daha genel bir plan içinde yer bulma ve bu bakımdan bir “rasyonalite biçme” adına zorlamalara gitmeden…
Daha açık konuşalım: Rejimin (siyasal özne) örneğin son bir ay içinde yaptıklarının hepsinin, üzerinde düşünülmüş ve görece uzun vadeli bir vizyonun birbiriyle tutarlı parçaları olduğunu sanmıyoruz. Kuşkusuz, bu yapılanların tek tek her birine belirli bir anlam ve niyet atfetmek mümkündür; ancak, ortaya çıkan tablonun bütünü eklektiktir ve bu tablodan net bir istikamet çıkarmak mümkün görünmemektedir.
Bir tarafta “Türkiye’nin geleceğinin Avrupa’da görüldüğünün” ilanı, diğer tarafta İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması… Bir tarafta “insan hakları/demokrasi eylem planı”, diğer tarafta HDP’nin kapatılmasına yönelik girişim… Bir tarafta milliyetçi duyguların alabildiğine körüklenmesi, diğer tarafta “Andımız”ın çağdışı bir milliyetçiliğin kalıntısı olarak yerden yere vurulması…
***
Gördüğümüz her öküzün altında bir buzağı, rejimin her adımının ardında uzun vadeli bir planın gerektirdiği rasyonaliteyi aramayacaksak, basit görünen, ama çok daha gerçekçi bir tespitte bulunabiliriz: Günümüz ve en fazla 2023’e kadar uzanacak dönem açısından, başka her şey tali ve değişken kalmak üzere rejimin odaklandığı tek bir hedef vardır:
Seçim kazanmak ve Reis’in bir kez daha seçilmesinin yolunu açmak…
Başka bir deyişle, HDP’nin kapatılıp kapatılmayacağından tutun da şeriat hükümlerinin çağdaş hukukun ve medeni kanunun altını ne kadar oyacağına kadar önemli pek çok konu ve gündem, seçim, iktidar ve başkanlık hesaplarına göre yeniden ve yeniden belirlenmektedir.
Belki “aşırı basit” gelecektir; “sınıfsal referansları eksik” bir tespit olarak görülecektir ya da rejimin uzun vadeli ve daha köklü dönüştürme niyetlerinin göz ardı edildiği söylenecektir; ancak durum bizce böyledir ve iktidar da kendi bekasını burada görmektedir. Sonra, bir siyasal iktidarın daha genel anlamdaki ideolojik ve siyasal yönelimlerinde seçim olayını kritik bir eşik olarak görmesi o kadar da anormal bir durum sayılmamalıdır.
***
Seçimlerin rejim açısından taşıdığı bu önem kabul edilse bile ortada gene de bir takım sorular olacaktır. Örneğin, rejim tarafından atılan son adımların kendisine seçim kazandırıcı bir oy getirisi sağlayacağını söylemek mümkün görünmemektedir. Başka türlü söylersek, AKP’nin şu anki o tabanı diyelim yüzde 35 ise, bu yüzde 35’in İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldı ve/ya da HDP kapatıldı diye yüzde 40’a tırmanması beklenemez…
O zaman?
O zaman, kritik önem taşıdığını söylediğimiz seçimlerle bağlantılı gene kritik bir gündem olarak karşımıza “yeni seçim yasası” çıkacaktır. Diyeceğimiz o ki, rejim sonuçtan emin olsaydı şimdiye kadar “erken seçim” demişti bile; dolayısıyla yeni seçim yasasının rejimin devamını garanti altına alacak şekilde dizayn edileceğine de kesin gözüyle bakmak gerekir…
Başka?
***
Herhalde herkes kabul edecektir: Seçimleri ve geleceğini garanti gören bir AKP ne İstanbul Sözleşmesi’nden çıkardı ne de HDP’nin kapattırılması gibi işlere tevessül ederdi. İyi ama, bunlar “yeni oy getirici” şeyler de olmadığına göre neden yapıyor?
Neden yapmasın ki?
Bugün İstanbul Sözleşmesi’nin “gayrı ahlaki” olduğu söylenir, yarın “Cahiliye devrinden kalma çevreler çok bastırdılar, biz de mecbur kaldık” denir ve kendilerini cahiliye devrinden kalma çevrelerin oyuna muhtaç etmeyecek kadar oy istenir...
Bugün HDP “terör örgütünün uzantısı olduğu için kapatılsın” denir, yarın AYM’nin partiyi temelli kapatmaması durumunda içeriye ve dışarıya dönülüp “Bakın bizde yargı ne kadar bağımsız” diye caka satılır ve kapatılmamış HDP ile “neler yapılabileceğinin” hesapları devreye girer…
Son bir ek: İçerde sermaye sınıfının, dışarda ise emperyalist merkezlerin “kırmızı çizgileri” çok ama çok uzakta kalmaktadır; aklı olan oralardan bir şey beklemesin…