Postmodernizm, modernizm ve iki isim

İki isimden biri Canan Karatay… Diyet önerileriyle sağlıklı beslenme meraklısı insanlarımızın gündelik yaşamında ağırlık taşıyan bir insan.

Ancak Prof. Karatay bununla kalmadı. Tarihe de el attı ve 1789 Fransız İhtilali’nin “tuz sıkıntısı” nedeniyle gerçekleştiğini söyledi. Aristokrasi tuz tekeliyle halkı tuzsuz bırakınca halk da sen misin tuzu bizden esirgeyen deyip ayağa kalkmış, ihtilal de böyle olmuştu…

Neden olmasın?

Karatay postmodernizmi benimseyen bir hekim midir, bilemeyiz. Ama postmodernizme göre geçmişi anlatan tek bir öykü ya da büyük anlatı olamayacağını, ancak bir dizi öykü olabileceğini biliyoruz (Bkz. Paul Blackledge, Marksist Tarih Kuramı Üzerine, çeviren: Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, 2017, s.26).    

O zaman Karatay’ın da Fransız İhtilali’ne kendi diyetetik öyküsüyle yaklaştığını söyleyebiliriz.

Postmodern tarih okumasında her yaklaşım, her öykü mubahtır.

***

İkinci isim ise Murat Belge…

“Yetmez ama evetçiliği” dışında son dönemde “risk altındaki akademisyen” kimliğiyle yaptığı bir başvuru nedeniyle gündeme geldi.

Biz bu defteri açmayacağız.

Amacımız, Belge’yi de bir tür postmodernist sayanlar varsa, en azından çıkış noktası ve temel tarih-toplum okuması açısından hiç de öyle olmadığını, tam tamına liberal bir modernist sayılması gerektiğini vurgulamak.

Belge’nin zamanın ruhuna uyarak yer yer postmodernist eğilimler sergilediği, bu tür söylemlere başvurduğu söylenebilir. Ancak kendisinin ve kendisi gibilerin temel paradigması modernizm sınırları içinde kalmaktadır. Çünkü bu liberal tarih okuması da kendine göre “indirgenmiş” bir eksene, başka bir “tek öyküye” ve “büyük anlatıya” dayanmaktadır.

Cumhuriyet tarihi söz konusu olduğunda bu büyük anlatı ya da okuma bir dizi “ikiliğe” oturur: Devlet-sivil toplum, merkez-çevre ve elitler-halk… Başka bir deyişle ortada postmodernizmdeki gibi sonuçta bir bütünlük sunmayan ve bir temele bağlanması mümkün olmayan sayısız öykü yoktur. Evet, çok sayıda öykü gene vardır; ama bunların istisnasız hepsi az önce sıralanan ikilikler bağlamında okunabilir ve bu ikiliklere yerleştirilebilir.

Kısacası, Belge’nin temsil ettiği liberal tarih okumasının özü modernisttir ve paradigması da modernleşmedir.

***

Bu tarih okumasının zaafı, saptanan olguların ardında çok daha temel bir başka sürecin, o sürece ilişkin dinamiklerin yattığının görülememesidir: Sermaye birikim süreçleri, bu süreçlerle birlikte gelişen sınıf karşıtlıkları ve hepsinin birlikte toplumsal, siyasal, kültürel yapılanmalarda yol açtığı değişiklikler…

Liberal tarih okumasının temel aldığı ikiliklerden ilki (devlet-sivil toplum) peşinen, en temel düzeyde yanlış konulmaktadır. Devlet-sivil toplum “karşıtlığı” aslında tam tamına bir bütünlüğün görüntüsüdür. Kapitalizmde devleti olmayan bir sivil toplum düşünülemeyeceği gibi, sivil toplumu olmayan bir devlet de mümkün değildir.

İkiliklerden ikincisi ve üçüncüsü ise (merkez-çevre ve elitler-halk) birikim süreçlerinin, kapitalist gelişmenin, sınıfsal oluşumların ve karşıtlıkların sonuçlarından etkilenmeyen sabit yapılar varsaydığı için tarih dışıdır. Böyle olduğu için de dün “çevrede” görülenin merkeze yerleşebileceğini, eskiden “halktan” sayılanların ise yeni bir elit kesim oluşturabileceğini göremez.   

***

Belge’ye yapılan “haksızlık” var mıdır?

Bizce vardır: Çünkü kendisi ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin belirli kesimler tarafından hala Marksist sayılmaktadır. Oysa kendisi daha 1989 yılında yayınlanan “Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek” adlı kitabında Marksizme ilişkin kimi kaba yorumları karşısına alarak (bunları bahane ederek); Marksizm sanki buymuş, bunlardan ibaretmiş gibi bu öğretiye mesafesini koymuştur. Dolayısıyla karşısına çıkıp “Sen nasıl Marksistsin?” demenin anlamı yoktur.

Biliyoruz, bu yazıda Belge’ye ağır sözler edilmediği için kızanlar çıkacaktır.

Zaten ağır söz ihtiyacı Belge’nin “teorik” yaklaşımlarından değil “yetmez ama evet” başta siyasal aymazlıklardan ve öngörüsüzlüklerden kaynaklanmaktadır.

Biz niye ağır söz edelim ki?

“Laikçi teyzenin” sezgilerinin sonuçta derin teorisyenlerin öngörülerini oluğa süpürmesinden daha ağır bir durum olabilir mi?