Bu yazı sol içi polemik üzerine. Ama kimse endişelenmesin (ya da tersine heveslenmesin); bir polemik yazısı olmayacak.
Zaman zaman soruluyor ve iyi niyetli olduğundan hiç kuşku duyulmamalı: “Sol kendi içine dönük polemiğe neden bu kadar meraklı? O onu demiş, bu bunu söylemiş, bunlarla uğraşmak yerine ilerisi için ne düşünülüyorsa bunları doğrudan, ‘pozitif’ önermelerle anlatmak daha doğru değil mi?”
Soru, iyi niyetlidir ve bir yerden sonra (bir yere kadar değil) haklıdır…
“Bir yerden sonra …”
Nereden sonra?
***
Sosyalist düşüncenin ve ardından pratiğin gelişimi, tarihin her döneminde ve her yerde kendi özel örüntüsüne sahip olmuştur. Sosyalist düşünce, kendi teorik gelişimini, en başta ve öncelikle geçmişin deneyimleri ve biriktirdikleri üzerinden yaşar. Bu, öyle çok gerilerde kalan bir geçmiş değildir. En fazla yirmi yıllık bir zaman kesitidir. Türkiye solu da, kendi güncel konumunu, geleceğe dönük perspektiflerini, aşağı yukarı yirmi yıllık bir geçmişin biriktirdikleri üzerinden belirlemektedir.
“Güncel konum” ve “gelecek perspektifi” dediğimizde, burada teorinin, en azından teorik içeriğe sahip çıkarımların ya da genellemelerin özel bir ağırlık taşıması kaçınılmazdır. Gene kaçınılmaz sayılabilecek bir başka durum da şudur: Bir üst düzeye sıçratması beklenen çıkarımlar ve genellemeler, yakın geçmişin açılımlarını, tespitlerini ve pratiğini temel alacaksa, burada o geçmişin varlığını hala sürdüren unsurlarına hiç bulaşılmaması mümkün değildir. Yönelimlerin ötesinde, fiili oluşumlar, hatta kişiler dâhil…
Yani, mesele bir onunla bununla didişme şehvetinden ibaret değildir; “nesnel” bir yanı vardır.
Dahası, bu kaçınılmazlık, öğretinin (Marksizm) tarih sahnesine ilk çıktığı dönemden başlayarak daha sonra yaşanılan süreçlerin tamamında ve her ülke için geçerlilik taşır.
Dolayısıyla, yaklaşık yüz elli yıl önce Marx ve Engels’e “Ne uğraşıyorsun şu Feuerbach’la, Proudhon’la, derdin neyse ona buna bulaşmadan söylesene kardeşim” demenin bir anlamı olmazdı.
Sonra Lenin’le ve başkalarıyla devam eder…
Ama hep böyle devam edemez, etmemesi gerekir.
***
Tekrar edelim: Kişisel didişme anlamında kesinlikle değil, ama belirli bir teorik değer taşıyan genellemelerde ve çıkarımlarda polemiğin yeri ve önemi vardır; gelgelelim, sosyalist düşüncenin ve hareketin kendi gelişimini ilanihaye polemikler üzerinden sağlaması mümkün değildir. Bir noktadan sonra, “ona buna bulaşmayan” pozitif önermelerin polemik karşısında görece ağırlık kazanması gerekir.
Türkiye solunda asıl dert edilmesi gereken, işte bunun önündeki engeller ve kısıtlardır…
Var mıdır? Varsa nelerdir?
Görebildiğimiz kadarıyla, en başta geleni şudur: Türkiye solunda “spekülatif düşünme” geleneği yoktur. Burada “spekülatif düşünme” sözcüğü “soyut akıl yürütme” anlamında kullanılmaktadır ve “komplo teorileriyle” karıştırılmamalıdır. Ne var ki, Türkiye solu spekülatif düşünme alanındaki açığını çeşitli komplo teorileriyle kapattığını sanmaktadır. Pek görülmeyen nokta ise şudur: Gerçek spekülatif düşüncede doğrudan “merkez”, “odak”, siyasal parti, kurum ve kişi göndermesi (zikri) ya hiç olmaz ya da çok sınırlı tutulur.
Bunlar, “komplo teorilerinde” olur ve hem de bolca olur…
Herhangi bir faydası görülmemiştir.
O zaman Türkiye solunu, bir uçtaki “komplo teorileri” ile diğer uçtaki bitmez tükenmez “güncel durum analizleri” arasında kalan verimli boşluğa zorlamak gerekir.
Mutlaka gereklidir, ama kolay olacağı sanılmamalıdır.
Çünkü solun böyle konularda “reaksiyoner” bir yapısı vardır. “Güncel durum analizine” aklı yatabilir de yatmayabilir de; komplo teorilerine ise en azından “Hımm”, “Vay canına”, “Bak bu da ilginç” deme modundadır.
Buna karşın, ikisi arasında kalan ‘pozitif’ düşünce ve önermelere karşı dışlayıcı gardını baştan almıştır. Örneğin şu an var olan (A) durumundan (B) durumuna geçilmesi gerekir diyen bir önermeye, (B) gibi bir durumu o ana kadar hiç düşünmemiş olanlar bile hemen karşı çıkıp bunun neden olamayacağı ya da hangi sapmaya karşılık düştüğü konusunda bir araba laf edeceklerdir.
Dediğimiz gibi, kolay değildir; ama zorlamaktan başka çare de yoktur…