Günümüzün en ileri teknoloji ürünlerine işaret edip “Bunları şu kadar sene önce hayal edebilir miydin” diye soranlar karşısında yelkenleri hemen suya indirmeyin…
Lafınızı anında çarpıverin:
“Evet, doğrusu eskiden bunlar aklımın ucundan bile geçmezdi. Aslında ben başka şeyler bekliyordum, ama kimilerinin üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçmesine rağmen bu beklediklerimin hiç biri gerçekleşmedi…”
Yüzünüzde müstehzi bir ifade,devam edin:
“Örneğin görünmez adam hala ortada yok; belki var da, adıyla müsemma, biz göremiyoruz. Dünyalar savaşı (çok şükür) çıkmadı. Zaman makinesi icat edilmiş olsaydı ilk işim, tekfur kızlarının kale kapılarını gizlice düşmana açma alışkanlığını nasıl edindiklerini araştırmak üzere Osmanlı’nın kuruluş dönemine gitmek olurdu…
“Sonra, her meslekten olduğu gibi doktorlardan da uçuk kaçık tipler çıkabilir; ama bir adada insan ve hayvan DNA’ları üzerine araştırma yapıp tuhaf yaratıklar ortaya çıkaran birini şimdiye kadar duymadım…”
***
Dememiz o ki on yıl önce akla gelmeyen şeyler bugün gerçek oluyor, buna karşılık yüz yıl önce düşünülenler bir türlü olmuyorsa en iyisi böyle konulara fazla kafayı takmamak, kendi kendimize boşuna eziyet etmemektir.
Hele bir şeyleri değiştirmeye yönelik bir eylemlilik olarak siyasetle uğraşılıyorsa…
Peki, malum, her şey değiştiğine, hayat sürekli olarak karşımıza yeni olgular, durumlar çıkardığına göre bunların karşısında kulağımızın üstüne mi yatacağız?
Tamam, yatmayalım. Hepsini dikkate alalım; ama tefekkür alanından siyaset ve eylem alanına geçtiğimizde bir değil iki ayağımızı birden bugüne, günümüzün olgularına ve eğilimlerine basalım. “Yarının dünyası” hayal gücümüzü beslesin, ama bugünün siyasetini belirlemeye kalkmasın…
“Yarının dünyasını düşünmek…”
Devrimden önce azı karar çoğu zarardır; devrimden sonra, kuruluş döneminde ise azı zarar çoğu farzdır…
***
Şimdi, bütün bunları söyledikten sonra günümüz Türkiye’sinde siyaseten önem taşıyan neler eskisine göre değişti, değişiyor ya da aslında değişmedi de biz değiştiğini sanıyoruz bunu düşünelim.
Düşünelim derken, burada sadece bir örnekle yetineceğiz.
Örneğin, 10 Nisan Cuma gecesi yaşananlar “halkımız” konusunda bize herhangi bir mesaj verdi mi?
Verdiyse, bu mesaj iyi mi kötü mü?
Bir kere biz, tarihin hangi döneminde hangi coğrafyada olursa olsun bir halkın “doğası gereği” iyi ya da kötü olabileceğini düşünmüyoruz. Gene de, bir nokta kabul edilmelidir: Evet, bir değişim vardır ve bugün halk eskisine göre ne daha iyi ne daha kötü, ama daha “plastiktir.”
Bundan kastımız, halkın çok daha kolay etkilenir, eğilip bükülür, şekillendirilir ve yönlendirilir duruma gelmesidir.
Peki, neden?
Bizce neden o kadar da çetrefilli değildir: Yarın ne olacağının eskisine göre çok daha belirsizleşip kestirilemez hale geldiği bir ortam, aynı zamanda güncel iletişim, enformasyon ve etkileşim açısından insana çok fazla imkân sağlayan bir ortamsa, buradan az önce değindiğimiz anlamda “plastik” bir halk çıkar...
Şu malum virüsü düşündüğümüzde durum çok açık değil mi?
Nedenini, şeklini şemailini, nereden yayıldığını, insana nasıl bulaştığını, belirtilerini, nasıl korunulacağını vb. öğrenmen işten bile değil; ama bu derdin ne zaman ve nelere mal olarak biteceğini, seni ne kadar eve hapsedeceğini, işinden edip etmeyeceğini, vb. bilmen hiç mi hiç mümkün değil…
***
Dikkat edilmesi gereken nokta, sözü edilen bu “plastisitenin” egemen güçlerin kendi eseri sayılamayacağıdır. Başka bir deyişle, güncel iletişim ve enformasyon imkânlarının zenginliği ile yarına ilişkin öngörü yoksulluğu arasındaki ters orantı nesnel bir olgudur ve bugün bu olgudan yararlananlar egemen güçlerdir.
“Ne yani, bugün onlar yararlanıyor, yarın da biz yararlanacağız mı demek istiyorsun?”
Pek öyle değil…
Çünkü “biz” birtakım olgulardan ve imkânlardan yaralanabilecek güce ulaştığımızda, gelecek de o belirsizlik ve tahmin edilemezlikmahkûmiyetinden bir ölçüde kurtulmuş olacaktır.