Perşembenin gelişi

Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. Nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, 24 haziran seçimlerinden sonra toplum ve yurttaşlar olarak hepimizi zor zamanlar bekliyor.

Seçim gündemi üzerini örttüğü için yeterince ilgi görmeyen iki önemli noktaya dikkat çekelim. Birincisi, ABD’nin İran’la nükleer anlaşmayı iptal etmesi ve elçiliğini Kudüs’e taşımasıyla birlikte Ortadoğu’da ipler yeniden gerilmiştir. Gerilimin tırmanması, örneğin ABD-İran savaşına dönüşmesi durumunda,  Erdoğan Türkiye’sinin  bugüne dek güttüğü, boşluklardan yararlanarak rakip büyük güçleri ve bölge ülkelerini idare etme siyaseti sürdürülemez hale gelecek; bunun ülke içinde de önemli sonuçları olacaktır. İkincisi, bütün göstergeler, bu kez teğet geçmeyecek ağır bir ekonomik krizin mayalandığını gösteriyor. Erken seçime gitmelerinin nedenlerinden birinin, krizin ete kemiğe değeceği kesin olan, daha şimdiden değmekte olan sonuçlarından kaçınma güdüsü olduğu açıktır.

24 hazirana gelince. İki olasılık var. Bu seçimle, zor, baskı ve hileye evdeki bulgurdan olamama korkusunun, kırıntılardan pay alma beklentisinin yarattığı toplumsal “rıza”nın da eklenmesiyle tek adam devletinin kurumsallaşması yolunda önemli bir adım daha atılabilir. İkinci olasılık, işçi sınıfı ve sosyalist sol dışında, toplumdaki neredeyse tüm siyasal eğilimlerin öz adaylarıyla katıldığı birinci turda Erdoğan’ın seçilmemesi,  ikinci turda da kaybetmesidir. Ya da, Erdoğan başkanlığı kazanır ama parlamentoda çoğunluğu yitirir. Bu da mümkündür.

***

Düzen siyasetindeki “cumhur” ve “millet” ittifakları, 2017 referandumundaki “hayır”, “evet” cepheleşmesinin çelişkili devamı olarak görünüyor  Buradaki birinci sorun şudur:  Cumhurbaşkanı seçiminin ikinci tura kalması durumunda “millet” ittifakının aynı aday üzerinde tavanda ve tabanda birliği sürdürüp sürdüremeyeceği belli değildir. HDP/ Kürt ve Saadet Partisi oylarının ikinci turda firesiz ya da az fireyle Erdoğan’ın karşısındaki adayda birleşmesinin garantisi yoktur.

İkincisi, referandumdan farklı olarak, bu kez hayır cephesi yürürlükteki yeni anayasa gereği cumhurbaşkanlığını almak ya da almamak sorunuyla yüz yüzedir.  Bu anayasaya “hayır” demekle, bu anayasaya göre başkanlığa aday olmak farklı şeylerdir. Kim olursa olsun seçilen başkanın yetkilerini, başkanlık sisteminin iptali yolunda kullanıp kullanmayacağının ya da kullanabilip kullanamayacağının da hiçbir garantisi yoktur. Yalnızca, öznel niyet ve amaçlar açısından değil, parlamento bileşiminin buna olanak sağlayıp sağlamayacağı açısından sorunlu bir durumdur. 

Üçüncüsü, cumhurbaşkanı adaylarının ve partilerin seçim kampanyasının başındaki açıklamaları, 16 yıllık AKP iktidarının toplum ve devlette gerçekleştirdiği neoliberal-gerici düzenleme ve yapılanmaları ortadan kaldırmak şöyle dursun onlara dokunacakları konusunda bile istekli ve kararlı olmadıklarını gösteriyor.

Bu saptamaların sonucu olarak dördüncüsü, iki olasılıkta da 24 haziran seçim sonuçları “dünyanın sonu” olmayacaktır. Erdoğan seçilse de, karşısındaki geniş ve kararlı muhalefet buharlaşıp gitmeyecek, çeşitli biçimlerde direnmeye devam edecektir; “millet ittifakı” başkanlığı ve parlamento çoğunluğunu alsa da emekçi sınıfların, ilerici yurttaşların talep ettiği esaslı dönüşümlerin gerçekleşmesi kolay ve kendiliğinden olmayacaktır.

Bunlara rağmen iki sonuç arasındaki fark önemlidir. Türkiye’nin 16 yıllık karabasandan, tek adam mengenesinden kurtulması her durumda toplumsal bir silkinişin, “başarabiliriz” in başlangıç eşiği,  özendiricisi olacaktır.

Böyle bir başlangıcın,  dönüştürücü bir toplumsal güç ve hareket haline gelmesi ise solun bundan sonraki evrede ne yapacağına bağlı görünüyor. Her iki durumda da, emekçiler ve ilericiler için daha iyi bir gelecek umudu sol siyasetin toplumsallaşmasına,  solun, var olan denklemi değiştirecek bir etmen olarak devreye girmesine bağlıdır.

***

Olabilir mi ?

2013 Gezi isyanı, 7 haziran 2015 seçimleri ve 2017 referandumundan sonra, önümüzdeki seçimlerin aday belirleme aşaması da bu ülkede solun potansiyel bir güç ve duyarlılık olarak varlığını ve etkisini göstermiştir. Kanımca, Abdullah Gül projesi sol basıncın etkisiyle çöpe gitmiştir. Demirtaş’ın HDP başkan adayı olması da çok önemli ölçüde aşağıdan gelen sol duyarlılığın sonucudur.

“Potansiyel” ve “duyarlılık” kavramlarının, kuşkusuz açılması, temellendirilmesi gerekir. Bu yazıda bunlara giremiyoruz.

Şu saptamayla devam edip bağlayabiliriz: Var olan sol sosyalist siyaset ve örgütlerimizle sol birikim, potansiyel arasında ciddi bir kopukluk, hatta iletişimsizlik var. Potansiyel var ve kanımca yeterince büyük, örgütlerimiz ise, ne yazık ki yalnız nicelikçe değil, ideolojk üretkenlik, siyasal yaratıcılık açısından da küçük ve etkisiz.

Seçim sürecince ve sonrasında bu döngüyü kırabilecek yeni ve yol yöntemler üzerinde düşünmek ve  denemek gerekiyor.