Türkiye’de özellikle son dönemlerde sıkça kullanılan bir ifade, “demokrasinin” bu ülkede pek çok kesim tarafından nasıl anlaşıldığının veciz bir göstergesidir:
“O zaman parti kursunlar…”
“Eğer öyle düşünüyorsanız, kendi partinizi kurarsınız ve…”
Son olarak emekli amiraller için böyle dendi: Bildirilerinde dile getirdikleri görüşleri savunuyorlarsa, yapmaları gereken, bildiri yayınlamak yerine kalkıp kendi partilerini kurmalarıydı…
Buradan da anlaşılacağı üzere, dönemsel ve özel bir istisna sayılması gereken HDP dışında bugünkü düzenin siyasal partileşmeyle bir sorunu yok. Bu rahatlık, kim görüş açıklarsa hepsini parti kurmaya davet edecek boyutlara kadar uzanıyor.
Ayrıca, siyasal partilerin ve partileşmenin bu anlamdaki “önemi” geniş halk kesimleri tarafından da benimsenmişe benziyor. Başka bir ifadeyle, halkımız da “demokrasiyi” en başta siyasal partilerin varlığı ve faaliyetleriyle özdeş sayıyor. O kadar ki sözgelimi son derece tuhaf fikirleri olan çok küçük bir parti bile herhangi bir doğrudan temasta halkımız tarafından “Sen de nereden çıktın?” değil, “Anlat bakalım, iktidara geldiğinizde neler yapacaksınız?” sorusuyla karşılaşacaktır.
Demokrasinin özellikle son dönemde siyasal partilerin varlığına indirgenmesi, günümüzün başat kavramlarından biri olan “yarışmanın” siyaset düzlemine yansıyan sonuçlarından biri sayılabilir. Türkiye nasıl küreselleşen dünyamızda başka ülkelerle yarış halindeyse, öğrenciler okullarında, mezuniyet sonrasında da işgücü piyasasında nasıl birbirleriyle yarışmak zorundaysa, siyasi partiler de kendi alanlarında iktidar yarışı içindedir…
***
Okurlar, buraya kadar söylenenleri sade suya tirit sayabilir. Ancak, üzerinde durmak istediğimiz, bizce hayli önemli bir konu var: Parti kavramının demokrasi bağlamında böylesine güdükleştirilmesi ve sıradanlaştırılması partili mücadeleyi savunan sosyalistler tarafından nasıl değerlendirilmeli?
***
Sosyalistler, siyasal iktidar hedefinden, bu hedefe ilişkin perspektiften ve iktidara giden yolda en önemli araç olan partiden vazgeçemezler. Bu vazgeçilmezlik, dünyamız ve onunla birlikte siyaset, siyaset sosyolojisi, “iktidar kavramı”, vb. eskisine göre ne kadar değişmiş olursa olsun bugün de geçerlidir. O değişti, bu değişti; ama örneğin siyaseti, partili mücadeleyi ve iktidarı temelden reddeden “radikal unsurlar” bu görüşlerini yaymak üzere parti kurmaya karar verirlerse pek şaşırmamak gerekir.
Ancak, iş burada bitmiyor.
Vazgeçilmez saydığımız partinin, kendini sadece ve sadece iktidar hedefiyle ve buna ilişkin bir perspektifle sınırlaması bize göre sorunlu bir daralmadır. Parti, aynı zamanda bir ortamın, bir “havanın”, bir “coşkunun” ve “ruhun” parçası olmalı, bu tür ortamların ortaya çıkmasına katkıda bulunmalıdır. Burada kastettiğimiz, geniş kesimlerin yarattıkları/yaratabilecekleri, tek başına iktidar mücadelesine indirgenemeyecek, coşku, heyecan ve mücadele kararlılığının damgasını vurduğu bir dinamizmdir.
Parti, böyle bir dinamizmle ya da “hareketlilikle” birlikte var olmayı ve devinmeyi bilmelidir. “Eğiticilerin eğitilmesinin” bir yorumu da bu olabilir.
***
Sosyalistler açısından, kendi siyasal partilerinin içine dönük tasarrufların etik ilkeler dışında fazla sınırları olamaz; dünyanın ve ülkenin gidişatına ilişkin tespitlerin de…
Ancak, yukarıda sözünü ettiğimiz ortamlar ve bu ortamların özellikleri gündeme geldiğinde hiçbir sosyalist parti “kadiri mutlak” değildir, olamaz. Yapılması gereken, partinin dışındaki dinamiklerle kendini inkar etmeden “rezonansa” girilmesi, kendi içinde ya da çevresindeki ilk halkalarda başlatacağı başka örneklerle bu dinamiklere katkıda bulunulmasıdır.
Evet, Türkiye sosyalist hareketinin 100 yıla ulaşan bir “partili geleneği” vardır ve bu gelenek mutlaka sürdürülmelidir. Ama bir başka noktayı unutmadan: Bu ülkede 1960-1980 döneminde (parti dışı) on binlerce insan “iktidara gelindiğinde yapılacak işleri” pek düşünmeden çeşitli hareketlerin içinde yer almış, mücadele etmiş, “bedel ödemiştir.”