Sınıfların varlığı ve mücadeleleri nesneldir. Toplumsal-siyasal özne olmaya ise, kendileriyle başka insan toplulukları arasındaki farkı algıladıkları, sınıf kavramlarıyla düşünüp davrandıkları zaman başlarlar. Bu nedenle, sınıf kavramının kendisi en önemli sınıf mücadelesi araçlarından biridir.
Sorun bir yanıyla, “varlık-bilinç” ilişkisi sorunudur: Varlığın bilince yansıması kendiliğinden olmadığından dolayımlar gerekmektedir; madde de değişim ve hareket içinde olduğundan sabitlenememektedir; madde-varlık bilinçten önce gelmektedir ama, toplumsal bilinç ve hareket de maddeyi etkilemekte, kimi özel uğraklarda belirleyebilmektedir vb.
Bu saptamalar bütün sınıflı toplumlar ve sınıf mücadeleleri için geçerlidir. Ne var ki, burada egemen-yöneten sınıflarla, sömürülen-yönetilen sınıflar arasındaki çok önemli bir farkın altını çizmek gerekir: Egemen sınıfların, çok önemli bir aracı, devletleri vardır. Kapitalist toplumda, rekabet içindeki sermaye öbekleri, son çözümlemede onlara ait, ama tek tek her birinin üstünde duran devlet olmasa, ortak bir sınıf aklı, sınıf bilinci, ülke ve dünya siyaseti oluşturamazlardı.(1) Sömürülen, yönetilen, ezilen sınıfların böyle devlet ya da devlet tipinde araçları yoktur. Mücadele içinde devletle aynı ağırlıkta, karşıt bir siyasal araç yaratmaları da olanaksızdır.
Özetle, sınıfsal-siyasal özne ve örgüt sorununun kolay bir çözümü, her kilidi açacak bir maymuncuğu bulunmuyor. Tarih bize, toplumsal devrim sürecinde ve siyasal devrim sıçramalarında rol üstlenen öznelerin çeşitliliği üzerine zengin bir katalog sunuyor. Bunlardan herhangi birini, bütün zamanlar ve durumlar için geçerli model olarak katılaştırmak doğru değil.
Bu yazıda, sınıf ve toplumsal proletarya konusunda daha önce yazdıklarımı(2) yinelemeden, önemli olduğunu düşündüğüm birkaç noktanın altını çizerek, tarihsel-toplumsal özne sorunsalının güncel yönlerini öne çıkarmaya, tartışılmak üzere kimi saptama ve tezler sunmaya çalışacağım.
Evrensel kurtuluş-evrensel sınıf
Marx’ı, “genç”-“olgun” Marx olarak, ya da 1844 El Yazmaları ve Kapital yazarı iki farklı Marx olarak bölenlerin tersine, Marksizmin teorik gücünün, Marx ve Engels’in bıraktığı düşünsel mirasın evrensel bütünselliğinden, çok yönlülüğünden, toplumsal ilişkileri diyalektik maddeci, ama aynı zamanda tarihselci bir yöntemle çözümleme yeteneğinden geldiğini düşünüyorum. Bana göre, yabancılaşma teorisi ve insanın evrensel kurtuluşu (emansipasyon) hedefi çıkarıldığında Marksizmden geriye bütünsel devrimci bir dünya görüşü kalmaz. Bu sütunlar üzerinden yükselmeyen bir yeniden üretim etkinliğinin bugünkü dünyada toplumsal karşılığı da olmaz. Bilim ve bilişim teknolojilerindeki gelişmelerin “insanın sonu” nu getireceğini, insanın, kaçınılmaz olarak algoritmaların iradesine boyun eğeceğini vazeden bestseller kitapların ortalıkta dolaştığı bir dönemde, Marksizmin, insanın özgürleşmesini temel alan hümanist yaklaşımına bugün her zamankinden daha çok ihtiyaç var.
Proletarya
Eski Roma‘da, Latince proles (ürün, döl, rahim, evlat) kökünden gelen “proleter” sözcüğü, “kendi dölünden başka hiçbir şeyi olmayanlar” için kullanılıyordu.
Sözcük kökeni, proletarya kavramının modern ve Marksist tanımıyla uyumludur. Proletarya, emek gücünden başka hiçbir geçim aracına sahip olmayan mülksüz kişidir. Kapitalizmin iki temel sınıfı, yalnızca kendi emek gücü üzerinde tasarrufta bulunabilen proletarya ile toplumsal üretim araçlarının mülkiyetine sahip kapitalistler sınıfından oluşmaktadır.
Bu sınıf tanımının üstünlüğü, kapitalist üretim biçiminin teorik çerçevesi içindeki en genel ve geçerli, deyim uygunsa “zamanlar üstü” bir tanım olmasıdır. Tarihsel dönem özellikleri, üretim ve emek süreçlerindeki başkalaşımlar, geniş sınıf bedeni içindeki kesimsel-sektörel farklılaşmalar tanımı geçersiz kılmıyor.
Proletaryanın devrimci misyonu, üretim ilişkileri içindeki yerinin, onu, sömürüden ve yabancılaşmadan kurtulmak için, var olan ilişkileri değiştirmeye mecbur bir sınıf konumuna yerleştirmesinden gelir. Proletarya, bu ilişkileri ortadan kaldırırken kendisini de yok etmeye zorunlu olduğu için devrimci sınıftır; özgürlük dünyasına geçişin öznesi olma kapasitesi taşıdığı için evrensel sınıftır.(3)
Zorunluluklar dünyasında var olan her şey yok edilmeyi hak etmiştir. Sınıfsal, toplumsal katmanların devrimciliği bu nedenle kendilerini aşma, yadsıma kapasitelerinden kaynaklanır. Bu açıdan, durumu proletaryaya benzeyen tek toplumsallık, insanın insanı sömürmesiyle birlikte en büyük tarihsel/ toplumsal eşitsizlik olan toplumsal cinsiyet farklılaşmasının ezilen tarafı olan kadınlardır. Erkek egemenliğini yok etmek için, var olan toplumsal cinsiyet ilişkileriyle birlikte “toplumsal kadın” olarak kendilerini de yok etmek zorunda oldukları için büyük bir devrimci gizil güç taşıyorlar. İleride ayrıca ele almak üzere, benzerliği saptayıp geçiyorum.
Özetlemek gerekirse, mülksüz ve başkası tarafından mülk edinilmesi olanaksız, sahip olmayan ve sahip olunamayan, kurtuluşu, insanın insan tarafından sömürülmesine ve her türlü hükmetme ilişkisine son vermeye bağlanmış olan sınıf, yani toplumsal proletarya, bir kıyamet gününde oynayacağı araçsal rol nedeniyle değil, yeni bir toplumun habercisi olduğu için evrensel sınıftır.
Proletaryanın toplumsallaşması- toplumun proleterleşmesi
Sorunun çerçevesini belirlemek için gerekli bu notlardan sonra, proletaryanın bugünkü somut durumuna, “ne değişti?” sorusuna geçebiliriz. “Ne değişti?” sorusuna fantastik, hayali kaygan düzlemlere yuvarlanmadan yanıt verebilmek için doğru, bilimsel bir yönteme, deyim uygunsa “çıpa”lara ihtiyacımız var.
Emek, “zaten” ve hep toplumsal bir edim değil mi? Öyleyse, bu ara başlıkla kastedilen ne?
Kapitalizmin bir üretim biçimi olarak yerleşip derinleşmesi, yalnız üretimin değil, sermayenin; yalnız sermayenin değil, emeğin; başka deyişle proleterlik durumunun da toplumsallaşma sürecidir. Sermayenin, kapitalist özel mülkiyetin nasıl anonimleşip toplumsallaştığını bu yazı dizisinin başlarında özetlemeye çalışmıştık.
“Proletaryanın toplumsallaşması”, iki gelişmenin sonucudur: Metalaştırma ve mülksüzleştirme!
Metalaştırma kapitalizmin sürekli bir eğilimidir. Tüm maddi ürünler, doğal kaynaklar, tüm hizmetler, tüm insan ilişkileri metalaşıyor. Marx’ın “muazzam meta yığını”, harekete geçmiş, her şeyi içine çeken dev bir ahtapota benziyor. Maddi yaşam gereksinmeleriyle birlikte, geleneksel kamu hizmetlerinin, fiziksel anlamda maddi olmayan kültürel, sanatsal, etik, estetik ürün ve ilişkilerin metalaşması, bunlardan yoksun bırakılan toplamın büyümesi, proletaryanın toplumsallaşması anlamına geliyor.
Mülksüzleştirme de, ilk birikimle başlayıp biten bir süreç değildir. İlk birikimden farklı olarak, burada, üretim araçlarından tarihsel olarak zaten kopmuş olan emekçilerin geçim araçlarından, sosyal ücret, sosyal hak türünden kazanımlarından, toplumsal-kültürel yaşam araçlarından yoksun bırakılmalarını kastediyorum.
Büyük ölçekli sanayi işletmelerinde, emekçi semtlerinde toplanan emek gücünün topluma saçılması, proletaryanın toplumsallaşmasının bir başka yüzüdür.
Sonuç olarak, proletaryanın çok katmanlı, heterojen, sürekli büyüyen bir sınıfa, toplumsal proletaryaya dönüştüğünü ve proleterlik durumlarının toplumun kılcal damarlarına nüfuz ettiğini söyleyebiliriz.
Burada, “toplumun fabrikalaşması” tezi üzerine kısa bir parantez açalım.
“Toplumun fabrikalaşması”, ya da “toplumsal fabrika” yı otonomcu Marksistler, kapitalizmin toplumun serbest zamanını “iş”e, toplumsal rızayı da bir tür fabrika disiplinine dönüştürmesini eleştirmek için bir metafor olarak kullanıyorlar. Kimi sosyalist feministler de sermayenin kendisini yeniden üretebilmek için tüm yaşamı “iş”e çevirdiğini belirterek, başta “ev içi emek” olmak üzere karşılığı ödenmeyen emek biçimleri üzerinden eleştiriye ve “fabrika” benzetmesine katılıyorlar.
Eleştiri ve itirazların içerik olarak doğru, fabrika benzetmesinin ise ele alınan ilişkiyi betimlemeye uygun olmadığını düşünüyorum.
Fabrika, kapitalist üretimin manifaktürden sonra gelen aşamasının, makineli kolektif üretimin temel birimidir. Fabrikanın sınıf ilişkileri ve mücadelesi açısından en önemli özelliği, işçileri büyük ölçekli tek bir işyerinde bir araya getirmesidir.
Fabrika üretim birimidir; proletaryanın toplumsallaşması ise giderek artan ağırlıkta, toplumsal yeniden üretim, bölüşüm ve tüketim alanlarında gerçekleşmektedir.
Bugünün özgüllüğü, geleneksel fabrika çözülürken, tüm toplumun sermayenin yeniden üretildiği ilişkilerin içine çekilmesidir. Fabrikanın, büyük ölçekli tek bir üretim/işyeri birimi olma özelliği, dünyanın her yerinde eşzamanlı ve eşit ağırlıkta olmasa da giderek kayboluyor. Geleneksel tek bir fabrikanın işlevini şimdi, coğrafi alan, fiziksel mekân, işbölümünün yeri olarak parçalanmış yüzlerce birim yerine getiriyor.
Parantezi kapatıyorum.
Tanımlamaya çalıştığım proleterleşme kavramının, geleneksel küçük burjuva katmanların dalgalar halinde ücretli işçiler ya da işsizler ordusuna katılmalarından farkının anlaşıldığını umuyorum.
Toplumsal proletaryanın büyük kitlesi, dünya çapında giderek daralan mutlak ve göreli yoksullaşma ve yoksunlaşma çemberi içindedir: Her türlü yaşam/geçim araçlarından yoksunluk; işsizlik; olduğunda güvencesiz/iğreti “iş”; sürekli düşen reel ücretler; eriyen sosyal kazanımlar; daha kötüsü olmasın diye geri alınmasına “rıza” gösterilen haklar... Yıkıcı, patlayıcı bir enerji kimi zaman kent isyanları, kimi zaman “göç” akınları biçiminde dışa vuruyor. Toplumsal proletaryanın yıkıcı gücü birikiyor ve büyüyor.
Temel üretim aracı değiştiğinde…
“Değişen ne?” sorusuna yanıt ararken başvuracağımız ikinci çıpa, üretim araçlarındaki, üretici güçlerdeki değişikliklerin yol açtığı gelişmelerdir.
Kapitalizmin, 1780’lerden 1980’lere kadar olan 200 yıllık “sanayi kapitalizmi” döneminde temel/belirleyici üretim aracı makineydi. En ilkelinden, elektrikli otomatik olanına kadar makine!
Bugün temel üretim aracı bilgi/enformasyondur; data’dır. Üretim, ağa bağlı bilgisayarlı, mikro işlemli, akıllı robotlu tümleşik bir etkinliktir.
Kafa emeği-kol emeği ayrımının ortadan kalkacağı, üretimin canlı insan emeği olmadan gerçekleştirilebileceği, proletaryanın bir sınıf olarak yok olacağı, sınıfsız toplumun öznesi komünist insanın biçimleneceği maddi önkoşulların kapitalizmin içinde doğmakta olduğu tarihsel bir eşikteyiz.
Eşiğin bu tarafında zorunluluklar dünyası, yabancılaşmış insanlık, kapitalist barbarlık, distopya, öte tarafında özgürlük dünyası, ütopya, komünizm var. Bu dünyadan ötekine geçişin kendiliğinden ve barışçıl yöntemlerle gerçekleşmesi, kapitalizmin evrimci bir yoldan başka bir üretim biçimine dönüşmesi olanaklı görünmüyor. Kapitalizm, içinde yeni toplumun maddi önkoşulları, nüveleri ne ölçüde olgunlaşmış olursa olsun, onu yıkıp yenisini kuracak bir toplumsal-siyasal güç, tarihsel-toplumsal özne oluşmadıkça son bulmayacaktır.
Öte yandan, yukarıda çok kısaca özetlemeye çalıştığımız süreç ve özellikle de “Komünizmin filizleri” yazısında sergilemeye çalıştığımız oluşumlar, toplumsal proletaryanın kurucu öğesinin de mayalanmakta olduğunu gösteriyor. Bilimsel-yaratıcı emek öne çıkıyor. Sermayenin bilimi, bilgiyi metalaştırma ve gerçek boyunduruğu altına alma güdüsü ile, bilimsel-yaratıcı emeğin doğası arasındaki çelişki keskinleşiyor. Kafa emekçileri üretim hiyerarşisindeki yerleri, işlevleri, gelirleri açısından farklılaştırıp iki temel sınıfa doğru kutuplaşıyor. Proleterleşme ve niteliksizleşme, zihin emekçilerinin, yaratıcı emek dışındaki kesimlerini de içine alıyor.
İvedi gereksinme, patlayıcı madde deposu en alttakilerle, emperyalist-kapitalist ülkelerin belli bir refah düzeyinde yaşamaya alışmış, deri renginden, toplumsal cinsiyet, ulusal/etnik aidiyet vb. “üstünlüklerinden” kaynaklanan ayrıcalıklara sahip, ama ana gövdesi itibariyle proleterleşmekten kurtulamayan işli/ücretlilerin, bunların özellikle de entelektüel kesimlerinin bakış ve hareket birliğini sağlamaktır.
Yineleyelim; bilişim çağında toplumsal devrim, yabancılaşmanın en çok bilincinde olanlarla, en yoksulların birleşik hareketinin eseri olacaktır.
Geniş, katmanlı ve kendi içinde türdeş olmayan bir toplamın, yani toplumsal proletaryanın devrimci ve kurucu bir güç, örgütlülük ve hareket olarak oluşturulması ise hazır çözüm formülü olmayan bir sorunumuzdur.
Görevi sorun haline getiren nedenlerden biri, yazının başında değindiğimiz devlet-komünist siyaset-örgütlülük ilişkileri, özellikle de bu ilişkilerin bugünkü durumudur.
Zorunlu ve sorunlu araç: devlet
Kapitalizmden komünizme geçişte devlet iktidarı belirleyici önemdedir. Devletsiz bir geçiş ve inşa düşünülemez. Bu nedenle, toplumsal ruhtaki her siyasal devrimin hedefi devlet iktidarını almaktır.
Bu teorik doğrunun pratikteki sınavı ise, devlet iktidarını almanın geçiş ve inşaya yetmediğini gösterdi. En önemlisi Ekim Devrimi olmak üzere, sosyalist iktidar altındaki geçiş ve kuruculuk denemeleri sonuçsuz kaldı. Kısa yazmanın riskini alarak, en temel nedeni şöyle formüle edebiliriz: Maddi, teknik ve kültürel önkoşulları bakımından komünizme hazır olmayan bir toplumda komünizme geçişin tek olası yordamı, o devrimin dünya devrimini tutuşturarak, kendini tamamlamanın yolunu açmasıydı.
Tek ülkede komünizm olamazdı. Olamadı!(4)
Maddi önkoşulları bakımından komünizme görece daha hazır Batı Avrupa’daki proleter ve komünist hareket ise, proletaryanın kapitalizm içindeki ücret, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmede “başarılı” olurken, bu reformcu kazanımın bir tür karşılığı olarak iktidar ve proleter devrim programlarından uzaklaştı.
Sonuç olarak, yirminci yüzyıl sosyalizminin iki büyük deneyiminden, bıraktıkları son derece değerli derslerin ötesinde, bugünkü sorunlarımıza çözüm getirecek sınanmış bir yol bilgisi alabilecek durumda değiliz.
Bugün, nesnel maddi koşullar bakımından komünizme yakın, öznel etmenin durumu açısından (toplumsal proletaryanın bilinç ve örgütlülük düzeyi, komünistlerin düşünsel, siyasal, örgütsel hazırlık ve gücü) ise uzak bir noktadayız.
Öte yandan, bu ikinci saptamayı göreceli hale getiren yeni dinamikler de uç veriyor. Kapitalistler, sınırlarına yaklaşan düzenin devamı için yeni yol ve yöntemler arıyorlar. Gelişmeler, krizin derinleşmesiyle birlikte, bu arayışların sınıfsal ve siyasal düzeyde çatlaklar, egemen sınıf bloku içinde ayrışmalar yaratması olasılığının güçleneceğini gösteriyor. Tarih, egemen devletlerin yıkılışında, karşıt sınıflardan gelen meydan okumalarla birlikte devlet aygıtını bölen, paralize eden iç çelişki ve çatışmaların etkili olduğunu gösteriyor. “Zamanı gelmiş bir düşüncenin karşısında hiçbir ordu duramaz” sözü bu gibi durumlar için söylenmiş olmalıdır.
Öznel etmen bugün, geleneksel parti, sendika biçimleri dışında, ilk bakışta eskisine göre daha az “siyasal” ama daha “toplumsal” bir nitelik kazanıyor. Bu noktaya yazının sonunda yeniden dönmek üzere, devlet, siyaset, örgütlülük sorunsalının bir başka yönüne, siyaset-örgüt ilişkisine bakalım.
Sorunlu ama vazgeçilmez araç: örgüt
Toplumsal/siyasal özne olmanın en az koşulu, bir biçimde örgütlenmektir. Toplumsal ölçekte hareket, örgütlülük, eşgüdüm gerektirir. Örgütlenmek ise şu ya da bu düzeyde temsil, işbölümü, hiyerarşi düzenekleri oluşturmak demektir. Legal ve açık tüm örgütlenmelerin kuruluş, yapı ve işleyişleri yasalarla belirlenmekte ve devletler tarafından denetlenmektedir. İllegal/gizli örgütlenmeler ise, güvenlik sağlamak ve karşıt zoru oluşturabilmek için, belli ölçülerde karşısında /zıddında oldukları devletle aynı tipte örgütlenmeye zorunludurlar.
Sonuç olarak, kapitalist toplumda her örgütlenmenin belli ölçülerde Mehmet Ali Aybar’ın deyişiyle “burjuva modelde” olması kaçınılmazdır. Bu ise, komünistleri çetin bir ikilemle karşı karşıya getiriyor. Bir yanda, varlık nedeni olan düzen karşıtlığının, oyunun kurallarına bağlanarak aşındırılmasına boyun eğmek; öte yanda, bağımsızlığı ve devrimciliği sürdürmek için, devlet tipinde, dikine hiyerarşik, kimi zaman gizli, içe dönük merkeziyetçilik uygulayan bir örgütlenme tarzına yönelmek! Bu çetin bir ikilemdir; çünkü iki durumda da toplumsal/siyasal öznenin varlık nedeninden, amaç disiplininden uzaklaşma tehlikesi vardır. Dahası, bu ikilem, proleter ve komünist bireylerin mücadele pratiğine bire bir yansıdığı için öznenin tüm dokusunu etkiliyor. Toplumsal bir altüstlüğün yaşandığı devrimci durumlarda, böyle ortamlar hiçbir zaman uzun sürmeyeceği, hedef daha somut ve görünür olduğu için ikilem yumuşuyor, hatta ortadan kalkıyor. Düzen ve istikrarın sürdüğü olağan dönemlerde ise ağırlaşıyor. Bu ikinci tür dönemlerde, yol ve yolculuk koşulları sonuç ve özlem kadar önemli hale geliyor, ömrün tümünün “yolda” geçmesi olasılığı güçlendikçe, ne için, mücadele edildiği kadar nasıl mücadele edildiği, mücadele içinde nasıl yaşandığı sorularının birey özne için de, kitle için de önemi artıyor.
Bu eski ve yaşamsal soruna çözüm ararken, siyaseti dar anlamda parti siyaseti, örgütlenmeyi ise aygıtsal, “teknik” bir düzenek olmaktan çıkaran, ikisinde de hareket-toplumsallık ilişkisini öne koyan bir yaklaşım ufuk ve yol açıcı olabilir.
Politik proletarya ve karşı toplumsallık
Sınıflar arasındaki mücadelede son sözü, siyaset söyler. Toplumsal proletarya, ancak siyasallaştığı, politik proletarya olduğu zaman devrimci özgörevini yerine getirebilir. Öte yandan, sınıflar hiçbir zaman, hiçbir toplumda steril, yalıtık ve arı biçimlerde var olmazlar. Dolayısıyla sınıfların siyasallaşması kesimsel/sektörel değil, tüm sınıflara seslenme, tüm haksızlık, baskı ve sindirme düzeneklerine itiraz ve isyanlardan beslenme anlamında toplumsal bir süreçtir.
Devrimci program ve örgütlülük siyaseti toplumsallaştırmanın kaldıraçlarıdır.
Bir araya gelmenin, birlikte hareket etmenin, ilişkilere ayrıntılara egemen bir sistematik, süreklilik, yapı kazandırmanın örgütlenmekten başka bir yöntemi yoktur.
Tarihteki tüm büyük toplumsal dönüşümler öncü azınlık hareketleriyle başlamış, ama her zaman, öncü atılımcılığın, derinden gelen toplumsal dalgayla buluştuğu uğraklarda gerçekleşmişlerdir. Öncü azınlığın toplumsal dalganın oluşumuna katkı yapabilmesi, ya da o dalgayla birlikte yükselebilmesi, koşulların olgunlaşma derecesiyle birlikte, toplumun henüz açıkça bilince çıkaramadığı istemlerine yanıtlar üretme, ileri öğelerden başlayarak kitleyi bu istemlere kazanma, “yapabiliriz” iradesini ortaklaştırma yeteneği göstermesine bağlıdır. Komünist siyaset ancak böyle toplumsallaşabilir.
Toplumsal proletaryanın evrensel kurtuluşun öznesi rolünü oynayabilmesi, yeni toplum savaşçılarının teorik, ideolojik, siyasal ve örgütsel görevlerini ne ölçüde yerine getirebileceklerine bağlıdır.
Nesnel zorluklarımız, öznel sorunlarımız var.
Geçmişten devraldığımız sorunlardan biri, proleter, sol, sosyalist, komünist bireyler ile örgütler arasındaki yabancılaşmanın yarattığı hasardır. Derin bir sorundur. Sınıf, parti ya da sendika üyeleri için yabancılaşma, kendi eylemlilikleriyle amaçları arasındaki bağın kopması, karar ve inisiyatifin kendi denetimlerinden çıkmasıdır. Yabancılaşma, insanın bütünselliğini yitirmesi, birbirine yabancı öğelere bölünmesidir. İşçinin emeğiyle birlikte başkasına ait olması, ürünün üretenden uzaklaşması gibi, kopuş ve bölünme yaşayan bireyler de kendilerine ait olmaktan çıkarak, hem kendilerine hem kolektife yabancılaşırlar.
Toplumdaki eşitsizliklerin yansıması olan kalıcı ve katı işbölümü örgütsel pratiklerimizdeki bir başka yabancılaşma kaynağıdır. Ortak eylemin ve işin en iyi, en verimli biçimde örgütlenmesi gereği ile bürokratik katılaşma arasındaki gerilimi gidermenin yollarından biri, işlevleri kurumlaştırırken insanları kurumlaştırmamak, özellikle yönetici pozisyonları kalıcılaştırmamak olabilir.
Katılımcıların, ortak sürecin başat, kurucu özneleri, karar, söz, ve yetki sahibi eyleyenleri olarak biçimlenmesi bu alandaki hasarı onaracak tek yoldur. Devrimci kavgaya katkı ve katılım, insanlığın toptan kurtuluşunun koşulu olduğu kadar, bugünden özgür insan olabilmenin de gereğiyse, örgütsel kültürel ortamın da daha bugünden buna elverişli olması gerekir.
Toplumsal proletaryanın iktidar ve kurtuluş mücadelesinde kendi örgütlerinde (sendika, parti, devlet) ve pratiğinde özneleşerek en başta ve öncelikli olarak buralardaki yabancılaşmayı kırması, bu doğrultuda ideolojik, pratik, kültürel dönüşümler gerçekleştirmesi yaşamsal önemdedir.
Bugün, komünist, sol siyasetteki, sınıf hareketindeki tıkanıklığın nedenlerinden bir başkası, kapitalist dünyanın içinde sosyalist bir enklave, maddi-devletli bir karşı ağırlık oluşturan Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin yol açtığı yeni dünya durumudur. Bugün dünya siyaseti, başrolü devletlerin oynadığı jeopolitik, jeostratejik bir eksende deviniyor. Toplumsal proletarya ve komünistler devletlerin özne olduğu bu çatışmanın değil, her ülke devletin içindeki sınıf mücadelesinin tarafı olabilirler ancak.
Bitirirken…
Sorunlar, kuşkusuz bu yazıda öne çıkarılanlardan ibaret değil.
Bu yazılarda kesin, hazır, formülleşmiş reçeteler sunmaktan çok, analitik saptamalar, eleştiriler, toplumsal pratiğin ortaya çıkardığı ipuçlarından hareketle kimi tezler/öneriler geliştirmeye çalışıyoruz.
Tekrar ve toparlama çerçevesinde özne sorununa ilişkin tartışma, geliştirme ve deneyerek öğrenme çabalarına katkı için şu noktaların altını çizelim:
Bir: Zamanın ruhu, uzlaşmaz düzen karşıtlığı ve siyasal iktidar perspektifi ile birlikte, komünist siyasetin evrensel kurtuluşçu içeriğini ve iletisini öne çıkarmayı çağırıyor.
İki: Örgütlülükte ve örgütlenmede dikkatlerin aygıtın kendisine değil, toplumsal işlevine, düzen karşıtı toplumsallıklar yaratmaya, var olan düzen karşıtı yoğunluklarla bağlanmaya, onların içinde örgütlenmeye yoğunlaştırılması yol açıcı olacaktır.
Üç: Neoliberalizm, toplumun proleterleşmesi, bilginin temel üretici güç haline gelmesi, fabrikanın çözülmesi vb. değişim ve gelişmeler, siyasal ve sendikal örgütlenmede, sınıf temelli eylem arayışlarında yaratıcı yaklaşımlar gerektiriyor. Eski tarzlarda ısrar çıkmaz sokaktır. 21. Yüzyılın toplumsal eylem pratikleriyle belli noktalarda eleştirel, ama aynı zamanda bu arayış ve sınamalardaki temel sınıfsal-siyasal mesajları algılayan, onlar üzerinde amaç yolunda dönüştürücü etki yapabilen biçimde ilişkilenmek denenmesi gereken bir başka yöntem olarak görünüyor.
Dört: Kapitalist üretim ve toplumsal yaşam koşulları içinde devrimci karşı-siyaset, karşı-toplumsallık yaratabilmenin çok önemli koşullarından biri, komünizmin kendisini gündelik hayat içinde alışkanlıklar düzeyinde yeniden var edebilmesi, yani kültürleşebilmesidir.
11.03.2019
Kaynaklar
1.Bu satırları yazmaya başlamadan önce Leo Panitch-Sam Giden’in, Yordam Kitap’ta çıkan Küresel Kapitalizmin Oluşturulması kitabı elime geçti. Kitabın okuduğum bölümlerinde, yazarlar, küresel kapitalizmin ve ABD emperyalizminin oluşumunda belirleyici rolü sermaye öbeklerinin değil, ABD devletinin oynadığını, hatta bunu kimi zaman çarpıcı biçimde sermaye gruplarına rağmen yaptıklarını betimliyorlar.
2.İlgili okuyucu için not: Sınıf ve Parti (Etki,1992); Kapitalizmin Sınırları ve Toplumsal Proletarya (Yordam Kitap, 2011); Orta Sınıf Efsanesi (Yordam Kitap 2016) çalışmalarım bu konular üzerinedir. Böyle konularda “son söz” yoktur. Öğrenme, geliştirme çabaları devam ediyor.
3.Marx, Alman Fransız Yıllıkları’ndaki giriş yazısında, “Almanya’da kökten bir devrim yapabilecek tek sınıf, köklü zincirleri olan, sivil toplumda yer alıp sivil toplumun sınıfı olmayan, acıları evrensel olduğundan evrensel bir karaktere sahip ve kendisine yapılan haksızlık özel değil, genel bir haksızlık olduğundan kendisine özel bir iyileştirmeye razı olmayacak sınıftır…Toplumun ayrı bir sınıfı olarak ortaya çıkan bu çözeltisi, proletaryadır.”diye yazmaktadır. (https://www.marxists.org/archive/marx/works/1843/critique-hpr/intro.htm)
4.Bu serinkanlı saptama, Ekim Devrimi’nin tarihsel önemini, Sovyetler Birliği’nin 70 yılı aşkın süre boyunca dünyayı emekçiler/ezilenler lehine değiştirdiği gerçeğini hiçbir biçimde ortadan kaldırmıyor. Bu konuyu işleyen makale için: Haluk Yurtsever, “Ekim Devrimi Dünyayı Nasıl Değiştirdi?”, 100.Yılında Ekim Devrimi içinde, Yordam Kitap, Kasım 2017, İstanbul