Yeri geldiğinde özeleştiri öğesine de yer veren bir “iç sohbete” ne dersiniz?
Geçen gün örgütlü bir emekçi kardeşimizle kısa sohbetimiz oldu. Söylediği şuydu:
“Sol yayın hayatında yazılanları, değerlendirmeleri okuyoruz, elbette pek çok şey öğreniyoruz. Ancak bunları başka insanlara, bizler gibi emekçi olup sola şöyle ya da böyle ilgi duyanlara aktarmakta güçlük çekiyoruz. Öyle anahtar/kilit sözcükler, kavramlar olmalı ki konulara buralardan ve etki yaratacak şekilde girebilelim…”
Sol harekette yazı yazan bizim gibilerin ve “dışa dönük” çalışma yapan örgütlü kadroların böyle önemli bir meselesi olduğunu kim inkâr edebilir?
Evet, sorunu kabul edelim ve üzerine gidelim; ama kolay bir çözüm olamayacağını da bilerek…
***
Dönüp kendimize bakarsak, sol harekette eli kalem tutan, süreçleri çözümlemeye çalışan insanların başlıca sorunlarından biri, günümüzde siyasetin çok hızlı akması, pek çok şeyin bir anda değişebilmesidir. Bizler de bu hızlı akışa ayak uyduralım diye adeta daldan dala konmak, o başlıktan bu başlığa geniş turlar atmak zorunda kalıyoruz.
Bir de sol cephedeki “rakiplerimize” laf yetiştirme çabasıyla aşırı polemikçiliğe yönelme, hayatı kendi polemiklerimiz ve bu polemiklerin taraflarından ibaret sayma gibi bir kusurumuz var.
Söylediğimiz, aynı zamanda bir özeleştiri olarak algılanmalıdır.
Ancak, konunun “örgütlü kadrolarla” ilgili başka yönleri de vardır.
Bu yönlerden biri, belki de en önemlisi, özgüven eksikliğidir.
“Hayatın içinde”, başkalarıyla sürekli temas halinde olan örgütlü kadrolar, eli kalem tutanların yazdıklarını okumakta, anlamakta, benimsemekte, ancak bunları bir bakıma dönüştürerek “daha kullanılır” hale getirmekte güçlük çekmektedir.
Bizce en başta özgüven eksikliğiyle ilgilidir.
***
Yeri gelmişken bir “tanıtım” işi de yapalım, umarız hoş görülür.
Çetin Altan’ın 1967 yılında yayınlanan ve ses getiren “Onlar Uyanırken” adlı kitabı Yordam Kitap tarafından geçenlerde yeniden basıldı. Kitabın başında bizim bir sunuşumuz yer alıyor. Sonra, Altan’ın o dönemde yazdıkları ve kendisine Türkiye’nin dört bir yanından gönderilmiş mektuplar geliyor…
O mektuplar okunduğunda hemen hemen hepsi emekçi olan yazarlarının 1960’lı yılların ikinci yarısında “Çetin abilerinin” yazdıklarını kendilerince dönüştürüp göğüslerini gere gere çevrelerinde kullanacak özgüvene sahip oldukları görülecektir.
Bu özgüvenin kaynağı, o dönemde Türkiye’nin ufkunda solun, sosyalizmin görülmesidir.
Bugünse gerek dünyada gerekse Türkiye’de “tek çare sosyalizm” sözü 60’lara göre çok daha fazla geçerlilik kazanmış olsa bile, bizler durumu böyle görsek bile, geniş kesimler ne yazık ki benzer bir ufka sahip değildir. Böyle olunca eli kalem tutanlar tahlil üstüne tahlil ve polemikçiliğe meylederken “hayatın içindeki” inanmış ve örgütlü kadrolar bir tıkanma yaşamaktadır. Sosyalizme inanmışlık ve örgüte güven, siyasetin hızlı akışı ve katlanılmaz hale gelen dayatmalar sonucunda gündelik “çözümler” arayan daha geniş kesimlerin ufuksuzluğu karşısında bir noktada tıkanmakta, bu da özgüven eksikliği sorununu gündeme getirmektedir.
Bir ara değindiğimiz gibi, kolay ve peşin çözümü olmayan bir durumdur.
Eli kalem tutanlar hiç çekinmeden, “sonra ne derler” kaygısı duymadan kilit açabilecek yeni terimler, kavramlar, sözcükler arayacak, örgütlü kadrolar da “sonra abilerim ne der” kaygısı duymadan okuyup öğrendiklerini dönüştürme çabalarını sürdürecek…
Teori mi?
Çok önceleri söylenmişti: “Teori, ayrıca, kitleleri kavrar kavramaz maddi bir güç haline gelir…” (Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi).
Teori kavramlarla inşa edildiğine göre nelerin “kitleleri kavrayabileceği” üzerinde düşünmemiz gerekiyor…