Kısa süre öncesine kadar büyük çoğunluk için sıradan bir kavram olarak nitelenebilecek “dayanışma”nın daha sık kullanıldığı ve -pek şaşırtıcı olmayan biçimde- daha önemli hale geldiği günlerden geçiyoruz.
Üstelik dayanışma vurgusunun ve bu yönde atılan somut adımların artması, sadece ilerici veya sosyalist örgütlenmelerle sınırlı değil. Türkiye dahil dünyanın birçok ülkesinde iktidarlar dayanışmanın öneminden ve dayanışma için toplumsal sorumluluk alınması gerekliliğinden bahsediyor. Dayanışma, evrensel bir ihtiyaç, arayış ve “çözüm” rütbesine neredeyse yerleşmiş durumda.
***
Peki bu aşamaya nasıl geldik? Kapitalizm kutlu tezahüratlar arasında insan doğasını parçalarken hayatımıza devam edebildiğimizi farz ediyorduk... Sınıflar arasındaki uçurum ve insanlar arasındaki mesafe büyürken dahi gideri olan, o kadim “aynı gemideyiz” masalına nasıl da birdenbire kulaklar kapanıverdi?
“Dublin, tüberkülozdan ve kötü beslenmeden kırılan ölü bebeklerle dolup taşmaktaydı. Kabuk bağlamış mosmor bedenleriyle sokaklara bırakılan çocuklar öbek öbek telef oluyorlardı...” diye etkileyici bir betimleme yapmıştı Eagleton.*
Şimdi yüz yıl sonra, dünyanın birçok kentinde benzer sahnelere tanıklık etmeye zorlanıyoruz. “Herkes kendi ölüsüne sahip çıksın” bile değil, kimilerinin ölüsüne sahip çıkamadığı, cansız bedenlerin sürüklenerek yandaki sokağa bırakıldığı görüntüler sökün ediyor. Sistemin sahipleri, kapalı tribünde otururken arenada kendi ölümünü de izleyebilen insanlar yaratmak için tedbirler alıyor adeta. Evet tüm bunlar gözümüzün önünde oluyor ve aynı anda; son insanlık izlerini de silmeye çalışan kibirli iktidarlar ve insanın acısına bir at sineği kadar yabancı olan burjuva ideologlar koltuklarında kaykılarak sızmadan hemen önce aldatıcı bir çağrı yapıyorlar: Dayanışma...
***
Eski, yeni, vahşi yahut modern, hangi kapitalizm olursa olsun, burjuvazinin sadece bir kelimeyi kullanma hakkı olsa, o kelime “dayanışma” olmazdı muhtemelen. Misal “şükretmek” gibi efsunlu ve elverişli bir sözcük var onlar için. Fakat gel gör ki, “100 bin tane imamın bir hemşire kadar faydalı olmadığı” zamanlarda kitleleri büyüleyen sahte sözcükler de tesirini yitiriyor. Tarih böyle bir şeydir; olayları sıraya dizerken estetik kaygılar taşımaz. O dumanlı vaatlerin, o “rabbim kapına geldik, sana sığınıyoruz” teranelerinin hepsi sükut-u hayal olur.
Diyeceğimiz o ki, ideolojik-politik dünyasını bencillik, bireycilik ve batıllık üzerine kuran kapitalist yöneticilerin dayanışma söylemlerini artırmasında garabet, samimiyetsizlik, zorunluluk ve hatta bir “gasp” aramamız gerekir. Eğer bu söylediğimizde yanılıyor olsaydık, örneğin muhalif belediyelerin veya ilerici dernek ve partilerin dayanışma girişimlerinin AKP tarafından engellenmesine tanık olmazdık. ABD'nin böyle bir kriz anında Küba'ya, İran'a karşı insafsızlığını ya da birbirlerinin maskelerine el koyan Avrupalıların kavgasını anlayamazdık. Kapitalist iktidarlar eğer gerçekten “dayanışma”yı içini boşaltıp yok etmek için değil de, halka destek olmak, acısını dindirmek, açlığını gidermek için gündeme getiriyor olsaydı, milyonlarca insanın arasında cafcaflı biçimde gülebilenler sadece patronlar olmazdı. Destek isteyen yurttaş “geber” diyerek yok sayılmaz, beş parasız emekçi insanlar “iki gün aç kalırsanız ölmezsiniz” diye azarlanmazdı...
Kirli suratlarına yapılmış yakışıksız bir makyaj gibi dursa da, burjuvazinin dayanışma çağrılarıyla üstünlük kurmaya çalışmasının gerçek nedenleri var elbette. En önemlisi sarsılan ideolojik-politik hegemonyayı, birileri sistemin altına dinamit yerleştirmeden yeniden hakim hale getirme gereksinimidir. “İman”la, “milliyetçilik”le, “aynı gemideyiz” safsatalarıyla, yeri geldiğinde sopayla korunamayan hegemonya, daha gerçek, güncel ve halkın eğilim gösterdiği argümanlarla tazelenmeye çalışılmalıdır. “Dayanışma”, “birlik”, “kardeşlik”, “sosyal destek” gibi kavramlar bu açıdan içinden geçtiğimiz krizde kapitalistlerin kendi çıkarları için nüfuz etmek zorunda olduğu alanları da tanımlamaktadır.
Öte yandan, muhalefet tarafından devrimci bir nitelikle geliştirilerek yeni bir düzenin kurulmasına ve örneğin “dayanışma ağları” aracılığıyla yeni bir kültürün temellerinin atılmasına hizmet edebilecek mücadele alanlarından bahsediyoruz. Yine tam da bu nedenle, kapitalistler açısından bu kavramlara burjuva ideolojisine içkin yeni biçimler oluşturma arayışı gündeme gelmektedir.
Özetle şunu söylüyoruz: Burjuvazinin ve kapitalist iktidarların bu alanlara tasallutunda samimiyetsizlik bir yana, işçi sınıfının ve sosyalist hareketin çıkarlarına karşı açık bir konumlanış da söz konusudur. Bizim “dayanışma”mız, zengin-fakir, işçi-patron, yöneten-yönetilen herkesin sahiplenmesine sevineceğimiz ve romantize edilecek bir duygu durumu değil; sistemin halk düşmanı ve sömürüye dayalı karakterini görünür kılacağımız bir mücadele alanı, bir eylem planı olarak düşünülmelidir. Halkın kendini yaşatmasını, kendi kendini yönetmesini hedefleyen, sınıfsal duruşu belirgin ve örgütlenmiş tepkiyi temsil eden bir dayanışma anlayışını kabul ediyoruz.
Dayanışma mücadelesi yürütmek ve “dayanışma ağı/meclisi” biçiminde örgütlenmeler inşa etme çabası sosyalist hareketimiz için yeni bir gündem değil. Neoliberalizmin, toplumcu mekanizmaları, demokratik işleyişleri, anayasallığı, insan haklarını ortadan kaldırma girişimlerine, doğaya ve canlılara dönük saldırılarına karşı bir alternatif çıkış arayışı ve siyaset yöntemi olarak görüyoruz dayanışma örgütlenmesini. Çeşitli zamanlarda dünyanın farklı yerlerinde mücadele eden muhalefet hareketlerinin bu alanda biriktirdiği önemli deneyimler var. 21. yüzyılın sosyalizm anlayışının oluşturulmasında ve sınıf mücadelesinin örgütlenmesinde bu deneyimlerin mühim bir yeri ve mutlaka etkisi olacak.
- İşsiz ve geleceksiz bırakılan emekçilerin yaşayabilmesi ve birlikte mücadele edebilmesi için,
- Demokratik bilinci güçlendirmek ve çaresiz kalan insanların gerici düşüncelere teslim olmasını engelleyecek halkçı-eşitlikçi bir kültürün olanaklarını yaratmak için,
- Faşist saldırılara ve ırkçı politikalara mahkum edilmek istenen ezilen halkların ve azınlıkların haklarını korumak için,
- Kadınlara, çocuklara yönelik cinayetlere, istismara karşı direnç oluşturmak için,
- Kapitalizmin topluma ve doğaya karşı sorumluluk taşımadığını en geniş kesimlere anlatmak için,
- İlerici, sol, sosyalist odakların birlikte hareket edebileceği politik zeminleri canlı tutmak için dayanışma ve hak mücadeleleri yürütüyor, dayanışma ağlarını/meclislerini kuruyoruz.
Daha ötesi şu; bizim dayanışma mücadelemiz alternatif iktidar aygıtları oluşturarak düzeni alaşağı edeceğimiz bir gelecek kurgusuna, toplumsal direnç alanlarında sosyalizm talebini güçlendireceğimiz devrimci eyleme ve sol hareketin düğümünü çözecek bir siyasal yönteme hizmet etmeyi hedeflemelidir. Zenginlerin dağıttığı sadakaların romantik paylaşımlar olarak kutsanmasına ya da kapitalizmin yarattığı tahribatları birer birer ortadan kaldırabileceğine inanan liberal yanılgıya izin veremeyiz...
* Terry Eagleton, Azizler ve Alimler isimli romanında Birinci Dünya Savaşı sonrası İrlanda'yı anlatırken bu ifadeleri kullanıyor. (Agora Kitaplığı, S.52)