Sonunda bu da oldu. 21 Ocak Cumartesi 2017 günü Beylikdüzü Belediyesi Ece Ataer Okuma Atölyesinin düzenlediği ilk söyleşinin konuğuydum ve hayatımın en harika söyleşisini yaşadım. Yazar ve öğretmen Ece Ataer, bir yıllık bir çalışmayla Beylikdüzü’nde yüz elli katılımcıya ulaşan bir edebiyat atölyesi oluşturmuş. Belirlenen kitabı bütün katılımcılar okuduktan sonra, atölye çalışmasıyla kitabın edebi nitelikleri çözümleniyor. İçeriği, teması tartışılıyor, başka kitaplarla benzerlikleri araştırılıyor. Bu çalışmalar sonucunda etkin, sorgulayıcı bir okur topluluğu gelişiyor. Tam benim aradığım okur. Bestseller kitapların kofluğunu, ilkelliğini birkaç sayfasında anlayacak ve değerli zamanını bu türden boş kitaplara harcamayacak bir okur…
Ama böylesi bilinçli bir okur karşısında konuşmak yazarın da korkulu rüyasıdır. Söylediği her şeyin sorgulanacağını baştan hesaba katmalıdır. Bu okur birdenbire, neden emekçilerin şairinin Titanik gemisine benzetildiğini sorabilir ve kapitalistlerin, aristokratların lüks kamaralarda seyahat ettiği bu geminin güverte yolcularını, denizin altındaki katlarında koyun koyuna yatan emekçi yolcularını hatırlatabilir. Size yaptığınız benzetmenin bile hesabını sorabilen bir okur karşısında konuşmak zordur. Beylikdüzü Belediyesi kültür etkinliklerinin yapıldığı Beylisiyum’a, Bestseller Okuma Kılavuzu’nu anlatmaya giderken bütün hazırlıklarıma rağmen ben de alabildiğine heyecanlıydım. Yirmi beş yıl önce Kemal Özer’le, ODTÜ Mimarlık amfisinde “Sanatın Metalaşması” başlıklı söyleşiye çıkarken kadar heyecanlıydım. Bu söyleşi Kemal Özer’le dostluğumuzun başlangıç noktası olmuştu.
KÜLTÜR YUVASINA DÖNÜŞEN ÇARŞI
Ece Ataer ve Ekrem Ataer ile söyleşi öncesi Beylikdüzü Belediyesi Basın Danışmanı Taner Beyin odasında kahvelerimizi içerken, sürekli konuşarak heyecanımı aşmaya çalışıyordum. Müzisyen Ekrem Ataer, hiç eksilmeyen enerjisiyle müzik çalışmalarını anlatıyordu, yakında Amin Malouf’un da katılacağı Hayyam temalı bir ABD turnesine hazırlanıyordu. Taner Bey, belediyenin kültür çalışmalarıyla ilgili kısaca bilgi verdi. Anladığım; bir çarşı olarak inşa edilen Beylicium, bu çalışmalarla, çocukların cıvıl cıvıl seslerinin yükseldiği bir kültür merkezine dönmüştü. Kitap, tiyatro, sinema, drama atölyeleri her şeyi paranın mengenesine sıkıştıran egemen kültüre yerel düzeyde bir cevap üretiyordu. Biraz sonra söyleşide, bunun nasıl verimli sonuçları olabileceğini deneyimleme fırsatı bulacaktım.
Sonunda bu da oldu. Söyleşi, çöl ortasında, kızgın sıcakta birdenbire boşanan bir sağanak gibi başladı ve bitti. Sanki oynamayı pek beceremediğim masa tenisi maçında bir ustaydım ve karşımda yüz kişilik bir rakip takım vardı, söylediğim her sözün onlara ulaştığını ve zenginleşerek bana geri döndüğünü yüzlerinde görebiliyordum. Yazdıklarımı anlatıyordum. Her zamanki gibi, Nasreddin Hoca’nın kayıp heybesinden söz ediyordum. Heybe burada kayıp edebiyatımız olmuştu. Tekellerin edebiyatı, bestseller kitaplar, gerçekçi edebiyatımızı, görünmez, ulaşılmaz yapmıştı. İlk romanımızı yazan Namık Kemal’in, dil öyle taş kovuğunda yeşeren incir gibi kendiliğinden yetişmez, romanlarla, edebiyatla onu geliştirmek gerekir sözünü anımsatıyordum. Eleştirmenlerimizin nasıl yok edildiğini anlatıp eleştirisiz bir toplumda tek adam diktatörlüğüne nasıl gelindiğini vurguluyordum.
Sesimi duyurabiliyordum.
BİR KÂBUSA BENZEYEN EDEBİYAT
Hepimizin başına gelir. Korkunç bir canavar peşimizdedir ya da görmediğimiz ama korkusunu duyduğumuz bir şeyden kurtulmak için koşuyoruzdur. Karanlık tünellerde kovalanırken, üstümüze gelen sellerden kaçarken imdat diye bağırırız. Sesimiz çıkmaz. İnanamayız, daha şiddetle haykırırız. Kaçtığımız canavardan çok sesimizin çıkmaması korkutur bizi. Nasıl olur? Bütün gücümüzle ses çıkarmayı deneriz. Birden uyanırız, ohh, kâbusmuş. Sesimiz var ve duyurabiliyoruz.
Anlattıklarımın yankısını yüzlerinde görebildiğim okurlarla bir kâbustan uyandığımı duyumsuyordum.
Tekellerin iktidarı gibi, edebiyatı da on yıllardır üstümüze çökmüş bir kâbustur. Sesimizi boğan bir kâbus. Birbirimizi duymamızı ve görmemizi engelleyen. İktidarın buyurgan sesiyle yaşamın her alanını ele geçiren monolog sürüp gider. Bundan kurtuluşun yolu, yeniden sesimizi kazandıracak, birbirimizle buluşmamızı sağlayacak diyalogdur. Biz o gün Ece Ataer Okuma Atölyesi’nde sesimizi birbirimize duyurabildik. Söyleşinin ikinci bölümünde dinleyiciler sorularla konuşmacı oldular ve söylenenleri bir adım ileriye götürdüler. Dilimizi, edebiyatımızı, insani duyarlılığımızı kazanmak için büyük adımlar attık.
Tekellerin kâbusundan uyanışı başlattık.
Sonunda bu da oldu. 1984 yılında kitap imzalatmak için Rıfat Ilgaz ile Asım Bezirci’nin önünde kuyrukta beklemiştim. Şimdi, ben kitaplarımı imzalıyordum ve sıradakileri daha fazla bekletmemek için neden daha hızlı yazamadığıma kızıyordum. Edebiyat atölyesi katılımcıları da bana yardım etmeye çalışıyorlardı; “yalnızca imzalaman yeter”. Yol arkadaşım Deniz, hiç görmediğim kadar ilgili ve nazik okurlara kitap yetiştiremiyordu. İşçi arkadaşım Ahmet, olayın şaşkınlığıyla bu sahneleri belgeleyecek fotoğraflar çekmeye çalışıyordu.
KİTAP RANTABL DEĞİLDİR
Ece Ataer, Okuma Atölyesi’ne, kitabın yasaklandığı, okuma ve düşünmenin hayattan kovulduğu, sömürücü toplumların nasıl bir kâbusa dönüştüğünü anlatan kitaplarla, Orwell’ın 1984’ü ve Ray Bradbury’nin Fahrenhayt 451 ile başlamış. Her ikisi filme de alınan bu kitaplar, günümüzün kapitalist toplumlarının boğucu dünyasını çağrıştırır.
Fahrenhayt 451 adı, kitabın yandığı dereceyi imler. İtfaiyeciler yangın söndürmek için değil, kitap yakmak için çalışırlar. Bu baskı toplumundan kurtulanlar kendilerine ıssız bir bölgede yeni bir yaşam kurmuşlardır. Kitapları geleceğe taşımak için herkes bir kitabı ezberler ve o kitap olur.
Fahrenhayt 451’in dünyasındaydık ve aynı günlerde, çalıştığım kütüphanenin kapatılacağı tebliğ edildi. Kitapları kolilere doldurmam emredildi. Bu tebligatı almamak için çok uğraştım, evde yokuz, muhtara bırakın dedimse de başarılı olamadım. Dediklerine göre, kütüphane rantabl değildi. Boş gördükleri her börtü böcek yuvası toprak parçasını, beyaz bulutlu mavi gökyüzü boşluğunu rant inşaatlarına çevirenlerin dünyasında kolay değildi. Her şey rantabl ölçüsüne göre değerlendirilmeliydi.
AYŞE İLE HANİFİ’NİN GÖRDÜĞÜ
Kitaplar kolilendi. Ziyarete gelişiyle her zaman günün sözünü getiren Filozof Dostum Sami Gürel, kolilere hapsedilmiş kitapların arasında yeni bir söz söylemek istemedi. Kütüphanenin düzenli okurlarından Emekli Hâkim Dr. Tarık Bey, haberi alınca çok üzüldü. Kolilerin arasında, masanın bir kenarına ilişerek kütüphanede son kez çalıştı. Alt kat komşumuz Esra Hanım ve beş yaşındaki kızı Ayşe veda ziyaretine geldiler. Her zaman neşeli ve haşarı Ayşe, manzara karşısında donuklaştı. Durdu durdu, kolilerden birine bir tekme savurdu. “Kitapları kolilerde görmek istemiyorum” dedi ve ağlamaya başladı. Feyzi Dost ile Filozofça kitaplarının yazarı Mehmet Akkaya, Ayşe’yi teskin etmeye çalışırlarken, ben, rantabl değilmiş diye, yüzüncü kez kitapsızların dünyasında düşürüldüğümüz durumu anlatmaya çalışıyordum. Beş yaşındaki, okuma yazma bilmeyen bir çocuğun bile hissettiği ve tekmeye dönüştürdüğü şeyi ben anlatamamıştım. Emekçi iş arkadaşımız Gülşen Hanım, Ayşe’nin tepkisine şaşkınlığını belirtirken kütüphanemizin müdavimlerinden avukat Adnan Bey, gezinerek, koliye girmemiş son kitaplardan birini okuyordu. Bu veda sahnesinde tek eksiğimiz şair Mustafa Göksoy yoldaşımdı. Geçen hafta babasını kaybetmişti ve toprağa vermek üzere Mersin’deydi.
Biraz sonra taşıyıcılar ve başlarında Hanifi içeri girdiler. Hanifi kolileri nasıl taşıyacaklarına ilişkin talimatlar verdikten sonra bana döndü, “Bu kitaplar bir daha bu kolilerden çıkmaz” dedi. Nereden biliyorsun Hanifi? “Atatürk’ün resminin atıldığı yerde, kitapların kolilere konması çok mu” dedi. Bu ülkenin kurucusuna saygı gösterilmeyen yerde kitaba değer verilmesini beklememizi boş buluyordu. Sordum, Hanifi ilkokul mezunuydu.
Okuma yazma bilmeyen beş yaşındaki Ayşe’nin ve ilkokul mezunu Hanifi’nin gördüğünü, hissettiğini ve anlattığını rantabilite arayanlara anlatamamıştım.
Onlarla bir düşte hesaplaşacaktım.
DÜŞ OLAN EDEBİYAT
Sonunda bu da oldu. Okuma Yazmanın Izdırapları’nı yazmıştım ve okuma yazmanın sevinçlerini tatmıştım. En çok da Ece Ataer’in Beylikdüzü Okuma Atölyesi’ndeki söyleşide…
Kâbustan uyanmıştım. Galiba kurtulmuştum. Yeni doğan güne doğru yürüyordum. Az ilerdeki meşelerin arasından, giydiği beyaz giysiyle buğulu ışıklar saçan bir dilber çıktı. Sakın bu, Odiseus’u ülkesine konuk eden güzellik ve iyilik timsali Nausika olmasın… Bakıştık. Selamlaştık. Adımı söyledim, onunki, Ağrı Dağı Efsanesi’ydi.
Anlamıştım. Düşte, masalda, efsanenin içindeydik. Fahrenhayt 451’in dünyasından kaçmıştık. Bozuntuya vermedim. “Yaşar Kemal”, dedim, “niye efsanenin sonunda âşıkları kavuşturmak yerine krater gölünde ölüme mahkûm etti. Aşkı metafizik bir mutlaklığa yazgılı kıldı.” Kadın gülümsedi.
Devam ettim, “Oysa Yılmaz Güney, Boynu Bükük Öldüler’de öyle yapmaz, bin bir acıdan sonra Halil’i sevdiğine kavuşmayı başaracak olgunluğa eriştirir. Efsaneye teslim olmaz.” “O zaman,” dedi kadın, “bu senin kitabın olsun.” Nausika’yla, hayır, Ağrı Dağı Efsanesi kadınla kitap insanların dünyasına yürüdük.
Orada, Yılmaz Güney’in Boynu Bükük Öldüler kitabı olmuştum. İçimde sonbahar yaprakları uçuşuyor. Havada yağmur bulutları birikiyordu.