Açlığın içindeyiz. Açlığın pençesi artık toplumun sırtında ve her geçen gün tırnaklarını daha derine doğru geçiriyor.
Açlığın içindeyiz.
Masumiyetlerimiz katlediliyor, içimizin en sıcak duyguları buza dönüştürülüyor, seslerimiz boğazlarımızdan, kelimelerimiz dillerimizden söküp alınıyor.
Bir vahşet dolanıyor etrafımızda ve kimi, neden, nasıl, nerede yakalayacağını bilmediğimiz pusular kuruyor sokaklara, caddelere, meydanlara.
Tuzaklar çoğalıp, içimizden birilerini sürükledikçe tetik düşürüyoruz itirazlarımıza.
Bir canavar oturuyor göğsümüzün üzerinde.
O canavar hiç doymak bilmiyor ve canımızı yedikçe şişiyor gözleri, dudakları, ağzı.
Bir canavar oturuyor göğsümüzün üzerinde. Nefes alamayışımızı seyredip, bastırıyor kendi korkusunu. Gücün korkusu, gücün kokusu, gücün nefesi o heybetli cüssesinin altından çıkıp, yokluyor hepimizin nefes alışverişini.
Ölümlülerin korkusundan büyüktür çünkü gücü elinde tutanların korkusu. İnsanlar, sahip olduklarının büyüklüğü ne kadarsa, korkuları da o kadardır. Kaybedecek bir şeyleri olmayanlardan çıkar bu yüzden kahramanlar ve en büyük korku, kendisine sadakat gösterenlerin alkışları azaldığında başlar.
Onlarla arasına kurduğu mesafe böyle açılır, mesafe yetmez etten duvarlar örülür, duvarlar yetmez ve kimsenin ulaşamayacağı yerden, yürekte ucuzlayan sesi duyulur.
Ses yabancıdır artık. Ses uzaklardan bir yerlerden bir vızıltı gibidir. Ses, insanların kulaklarına ulaştığında çoktan etkisini yitirmiştir.
Bir çocuğun boğazına yapışan ele dönüşmüştür o ses.
Bir genci sırtından vuran silaha,
Bir kadının göğsüne saplanan bıçağa ve yoksulun lokmasını çalan hırsıza…
Ekmek teknesi elinden alınan çocuğun boğazına yapışan ve “Devleti tanıyacaksın” diyen o ses artık hayatın her yerindedir.
“Bu devlet size ne yaptı ulan” diyerek, Kürt emekçilerinin sırtında gezen postallar da, madencilerin bedeninden gözlerini, kollarını, bacaklarını koparıp alan patron da odur.
Bir canavar oturuyor artık göğsümüzün üzerinde.
Tanıyoruz canavarımızı, çünkü biz yarattık o canavarı. Bizim ellerimizde büyüdü, bizim elimizde yükseldi ve yükseldikçe küçüldük gözlerinde. Yükseldikçe büyüdü yumruğu, ayağı, dili, dişleri.
Çoktandır çocuklarımız kayboluyor sokaklardan.
Babalar, anneler umutsuzca çırpınıyor uçurumların kenarından.
Çoktandır çalınıyor hayatlar.
Linç dağılırken geride kalan da, yerde pıhtılaşan kan da bizlere ait. Her sesimizi yükselttiğimizde etimizi sıkan devlet, buza kesmiş maskesinin arkasından bakan ölü balıkgözleri ile üst aramasında bulduğu itirazlarımızı, düşman hukukunda ipe dizmiş.
Ne kadar da umutluyuz gelecekten, ne kadar da bihaber çareler buluyoruz kendimize. Beklenen ve gelmekte olana dair nasıl da heyecanlıyız.
Siyasetin teselli cümlelerinde yeşertip, sakladığımız hayallerimize sabır dilemekte ne kadar da hünerliyiz lakin beklenen ve gelmekte olana dizdiğimiz tüm iyi niyetlerimizi, buluşturamazsak birbiriyle, hazırlanamazsak hep beraber, sırt sırta verip, tüm yalancı tesellileri elimizin tersiyle itip, madenciye, işçiye, köylüye, öğrenciye, göçmene açamazsak gözlerimizi, gelmekte olan çarpacak yüzümüze.
Geç kalıyoruz bir kez daha.
Oysa vakit var ve uyandırabiliriz birbirimizi. Sessizliğin hüküm sürdüğü her yere sesimizle alarmlar kurabiliriz.
Hazır olamazsak hep beraber, yakalanacağımız fırtınada savrulacağız çok uzaklara.
İçimizdeki güvensizliklerimizi, birbirimizle olan ayrışmalarımızı ve omuz omuza olmanın olmazlarını bir kenara itip, kavgayı göğsümüzün üzerinde oturan o canavara karşı birleştiremezsek, kapışmaların arasında kalan tüm umutlarımız ilk kurşuna dizileceklerden olacak.