Belirli bir perspektiften bakıldığında, üzerinde gri bulutların dolandığı bir “insanlık manzarası” ile karşı karşıyayız.
Sevmediğimiz işlerde ömür tüketiyoruz. Yetmeyen uykuları göz kapaklarımıza saklayıp, metrolara, otobüslere, servislere koşturuyoruz. Can sıkıcı resmi ilişkileri berbat öğle yemeklerine bandırarak ve ruhumuzu unutup aklımızı kandırarak, zamanı yamultuyor, hayatı kanırtıyoruz.
Kitle kültüründen bir kepçe almadan yaşanmıyor. Dolmayan boşluğu kredi kartına on taksite bölebilir, hissizliği aloe vera özlü yumuşatıcı kremlerle yatıştırabiliriz. Can sıkıntımızı önceki geceden bir netflix dizisine yatırmak iyi gelebilir. İyice yumuşayıp şişecek, rahatlıkla ağızda dağılacaktır. Sıkıntımızı yutacak, yuttuğumuzu unutturacak bir şeyler…
Yine de hiçbir şey, saymanın ve hesaplamanın vereceği huzuru veremez. Trafikte geçen süreyi, günlük kaç bardak su içtiğimizi, aldığımız kaloriyi, attığımız adımı (on bin olması gerekiyor!); aldığımız like’ı, yeni takipçileri saymak ve saymak. Sayılar mükemmel uyuşturuculardır. Saydıkça uykuya dalabilir, uyumasak da huzuru bulabilir, huzuru bulamasak da bulmayı umabiliriz.
Hissizleştikçe ayaklı bir hesap makinasına dönüşüyoruz, kendi hayatını sayan bir hesap makinasına.
İyice taşlaşıp yalnızlaştıkça vatsaptaki mavi tikten, story’e gelen yanıttan ışıklı bir huzur yağıyor içimize.
İşsiz isek kalkılamayan yatakların, yorgana dolanan “güneşli pazartesilerin” başka bir “huzuru” var. Cepteki bozukları sayıp, market raflarına akabilir, terlikle pijama arasında pelteleşen bedene yağı azaltılmış minik krakerlerden alabiliriz. Çıkmışken seretonin kalmamış, eczaneden almak gerek.
Bu depresif manzarayı sonsuz sayıda çoğaltabiliriz.
Johann Hari’nin “Kaybolan Bağlar: Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler” kitabı tesadüfen elime düştüğünde, bu manzarayı yeniden düşünme imkanım oldu. Hari, bize adı depresyon olduğu söylenen gündelik yaşam hallerinin “beynimizde değil, hayatta meydana gelen bir aksaklıkla” ilgili olduğunu söylüyor.
Evet, hayatımızda bir aksaklık var.
Hayatımızdaki aksaklık, “anlamlı bir çalışmadan” yoksun olmak. Bu aksaklığı hepimiz biliriz, yeni bir mesaiyi başlatmak zorundaymış gibi işten eve koşa koşa giderken beliren o tuhaf büzülmüş duygu.
2012’de yapılan bir araştırmaya göre çalışanların yalnızca %13’ü yaptığı işe duygusal ve düşünsel bir angajman gösterebiliyor. (1) Yani emeği ile geçinen bizler için yaptığımız işler gerçek bir anlamdan yoksun, şanslı yüzde 13’ün dışında.
Çalışarak kendi varoluşumuza aykırı davranıyoruz.
Çalışarak, insan türüne ait üstün meziyetlere ihanet ediyoruz.
Yaptığımız iş, emek ürünümüz, hayatımızı yiyen bir kanser hücresine dönüşüyor.
Daha fenası tüm bunları yaparken, insan olarak diğer insanlarla ilişkimizi sıra dışı biçimde sakatlıyoruz.
İşine, emeğine yabancılaşmış bir insanın, ilişkilerine bambaşka bir çekmece açmasını, şapkadan çıkacak sihirli bir numara göstermesini bekleyemeyiz. Bütün sihirler mesaide bitti.
Yalnızlık ile ücretli emek düzeni arasında bir bağlantı olması şaşırtıcı değil.
Aslında Hari çok daha fazlasını anlatıyor: Anlamlı bir işten yoksun olmak, anlamlı ilişkilerden, değer yargılarından, beklentilerden vs. Velhasıl depresyon, eksik seretonimizde değil, eksik bağlarda…
İşimizle, emeğimizle, insanlarla, kendimizle, doğayla, sanatla ve yaratıcılıkla kuramadığımız bağlarda.
Tüm bunların Hegel bağlantısından çekinilen Marksizmi, onun diyalektik ve tarihsel dolayımıyla yabancılaşma teorisini davet ettiği belli.(2)
Zira buraya bakılırsa yalnızca teslim alınmış öznellikler görülmeyecektir.
Zira buraya bakılırsa katman katman önümüze serilen yabancılaşmaların, bir de yadsınmasının olacağı, özümüz ve insan oluşumuzun türlü kıstırılmışlıklar içinde duvar arasında biten ot gibi kendini göstereceği açıktır.
İnat etmenin, irade demenin, biricik yaşamı “boyun eğmemekle” kutsamanın bir anlamı var. Kafamızı öne eğip omzumuzu içeri çektiğimizde “bana saldırma, yenilgiyi kabul ettim” diyoruz.
Ne ki nefret ettiğimiz işleri nasıl aksatmadan yerine getiriyorsak, baş eğmemeyi de öğreneceğiz
Nasıl insana açsak, bir bakışa, dize değen bir ele nasıl açsak, yan yana gelmeyi öğreneceğiz.
İnat etmeyi öğreneceğiz.
Zira inat etmeye, günlerce aç kalıp bir sokuma titreyerek ve heyecanla uzanır gibi ihtiyacımız var…
KAYNAKÇA
1-Johann Hari, Kaybolan Bağlar: Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler s.82
2-Sean Sayers, Marx ve Yabancılaşma, Kor Yayınları