5 yaşımdaydım. Devekuşu Kabare’nin tüm oyunlarını VHS kasetlerden izleyip, neredeyse tüm repliklerini ezberlediğimde. Hayrandım Metin Akpınar’a. Hani 77 yaşında gözaltına alınan Metin Akpınar.
Babam cezaevinde, annem sürgün. Almanya’da Yol filminin kaseti yasak değil. O zamanlar anlamadan izlemiştim belki ama izlemiştim filmlerini. Yılmaz Güney’i de anlatmışlardı ama yaş küçük işte, o yüzden tanımam, sinemasıyla gerçekten tanışmam sonraya düşer. Onun sayesinde sinemaya aşık olmam da yönetmen olmak istemem de. Hani Türkiye Sineması’nın medarı iftiharı, devrimci sinemacı ama ülkesine hasret, sürgünde ölüme giden Yılmaz Güney.
10 yaşımdaydım bir sanat evinde tiyatroya başladığımda, sahneye çıktığımda 12. Sahne tozunu yutmuşluğum erken yaşta yani. 15’imde şehre bir oyun geldi. İlk çıktığı gün aldım bileti. Hatay il kültür merkezi salonu fuayesi hınca hınç dolu oyun akşamı. Duymuştuk oyun bir çok şehirde yasaklanmış, insanlar daha da meraklı tabii. Oyun başladı, sahnede “Bir Güzel Çirkin Kral”. Bakınca hem Yılmaz Güney hem Zeki Göker. Hani neredeyse tüm oyunları yasaklanan, ona rağmen politik tiyatrodan asla vazgeçmeyen, varlığını her türlü baskıya rağmen devam ettiren ve oyunlarını günümüzde de yasakladığınız Ankara Birlik Tiyatrosu’nun kurucusu Zeki Göker. O gün karar verdim işte konservatuar okumaya.
Siyasetle ilgilenen bir lise öğrencisiydim o zamanlar. Sanatın politik yönünü de o zaman dinlediğim müziklerle, okuduğum şiirlerle, hikayelerle, romanlarla, izlediğim tiyatro oyunları, sinema filmleriyle keşfettim. Ruhi Su, Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Ahmet Kaya, Tuncel Kurtiz, Hasan Hüseyin, Ahmed Arif, Grup Yorum, Kızılırmak, Victor Jara, Brecht, Trombo, Lorca, Arthur Miller, Charlie Chaplin ve niceleri…
Bunları neden yazdım? Çünkü artık bir çok tiyatro oyununda, sinema filminde, tv diziside oynamış profesyonel bir oyuncu, iki uzun metraj sinema filmi çekmiş bir yönetmenim. Hayran olduğum insanları takip ederek başladığım bu yolculuk beni, ülke tarihinin gördüğü en karanlık iktidar döneminde işimi yapmaya çalıştığım, çabaladığım bir yere getirdi ve sanatın neden politik olduğunu, sanatçının da neden politik olması gerektiğini çok daha iyi anladığım, iktidarın sanata, sanatçıya neden ve ne kadar acımasızca saldırdığını hem kendim deneyimlediğim hem de deneyimleyen meslektaşlarımın neler yaşadığını gördüğüm günlerden geçiyoruz hep birlikte.
Yazıya başlarken öfkeme yenik düşeceğimi düşünüyordum ama sanırım, sanatın politik yönünü fark etmeyen, edemeyen, unutan, gücün karşısında susan veya saf değiştiren, el pençe divan duran meslektaşlarıma karşı öfkeden çok acıma hissediyor, hatta onlar adına utanıyorum.
Fazıl Say hayran olduğum bir piyanisttir. Bir Demet Tiyatro döneminde takip ettiğim Yılmaz Erdoğan’ın kalemini, Demet Akbağ’ın oyunculuğunu çok beğenirim. Cem Yılmaz benim de güldüğüm bir komedyendir. Zamanında Yavuz Bingöl’den türkü dinlemişliğim çoktur. O yüzden soruyorum. Neden?
Fazıl Say tartışması çokça yapıldı. Fazıl Say yandaş mıdır, hayır değildir. “CB konserine gittiyse ne olmuş, salondan çıkaracak hali yoktu ya” denildi. Doğru. CB, ülkesinde yetişmiş büyük bir piyanistin konserine gidebilir elbette. Fakat o CB, önüne gelene, sanatçı müsveddesi dememiş, heykel yıktırmamış, tiyatro oyunu yasaklatmamış, 70’li yaşlarındaki duayen oyuncuları göz altına aldırmamış, tepkisini dile getiren sanatçıları meydanlardan hedef göstermemiş olmalıdır. Elbette konsere gidebilir, ama konserine gittiği bir sanatçının sahnesine atlayıp, elinde mikrofonla ahkam kesmez, kesemez, bir sanatçı da buna izin vermez. Bu normalleşme falan değil, bu göz dağıdır, sanatçının alanını işgal etmektir, bir mesaj göndermektir. Fazıl Say bu saatten sonra muhalefet edemez, kendisine Erdoğan’dan gelecek her hangi bir teklife hayır diyemez. Fazıl Say kendi elleriyle alanını iktidara bırakmıştır.
Yılmaz Erdoğan, Yavuz Bingöl ikilisinin durumu biraz daha farklıdır. Çirkinliktir, ticarettir, sanata ve şimdiye kadarki bütün düşüncelerine ihanettir ve sevenlerini dolandırmaktır. Biri de amcası olan binlerce faili meçhulün olduğu dönemlerin yaratıcısı Mehmet Ağar’la aynı sahneye çıktığında, amcasının arkasından yazdığı şiirleri çöpe atmıştır Yılmaz Erdoğan. Yavuz Bingöl, kendisini var eden kitleye bir günde sırtını dönmüş, debelendikçe battığı çukurda iktidara tutunmuştur. İkisi de sonuna kadar biat etmiştir.
Tabii yalnız değiller ne yazık ki. İsim isim yazsak bir bu kadar daha yazmak zorunda kalacağımız kadar insan; iktidarın yarattığı korkudan, sağladığı iş imkanlarından, artık mücadele edemeyeceğini hissetmekten, acizliğinden, aymazlığından, umursamazlığından... Hangisidir bilinmez, sayılabilecek çok sebep var ama birinden ya da hepsinden dolayı iktidarın kapı kulu olmuşlar.
Ülkenin büyük yapımcıları bir süre önce Mars Grup’a savaş açtılar. Mars Grup ise Türkiye’nin en büyük dağıtım ağına ve en çok sinema salonuna sahip, artık yabancı sermayeye ait bir şirket. Bir yanda Mars, bir yanda Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz, Şahan Gökbakar, Ata Demirer gibi büyük gişe filmi sahipleri. Mars’a savaş açmakla ilgili hiçbir dert yok, hatta bence kapanabilir de… Fakat iki yüzlülükle ilgili çok dert var. Mars Grup kendi kendine büyümedi. Bu pervasızlığı ve “yeni Cem Yılmaz yaratırız” diyecek kadar hadsizleşmesi, bu arkadaşların ve yapım şirketlerinin de içinde olduğu bir sürecin ve desteğin sonucu. Onlarca yönetmen salon bulamazken, tekelleşme tehlikesine dikkat çekmeye çalışılırken duymazdan gelmenin sonucu bunlar. Peki, her şeyi geçtik. En azından kendilerinin protesto ettikleri şeyin arkasında durdular mı? Hayır. Yeni filmini dün vizyona sokan Yılmaz Erdoğan başka firmayla anlaştı ama Türkiye genelinde Mars’a ait olan Cinemaximum salonlarının onlarcasında filmini gösterecek. Sormak lazım. Bilet fiyatları mı düştü, yoksa biletten düşen payınızı arttırdılar da kavga bitti mi?
Tabii bunlar tartışılırken “sayın kültür bakanım, sayın cumhurbaşkanım” yakarışları da eksik olmadı. Her şeye muktedir(!) CB de bu sanatçılarımızın seslerini duydu elbet ve hemen Saray’a davet etti. Fakat ne davet! Herkeste bir bayram havası, ağızlar kulaklarda, eller düğmelerde, iliklerde, boyunlar aşağılarda. Hatta Ata Demirer göbeğini içine çekmiş, öyle sıcak bir ortam, şakalaşmalar falan. Başka kimler yok ki… CB’nin halı saha arkadaşı Yılmaz Erdoğan, dünya komiği Şahan Gökbakar, film çekimindeki kamuflaj kıyafetleriyle savaşa giden askerleri gazlayan Burak Özçivit, memleketi bombalanırken vicdanı elvermediği için dayanamayıp tweet atan ve bu yüzden filmi gişede batırılan Mahsun Kırmızıgül, Türkiye sinemasının batışını ekonomiye, iktidara, baskıya, sansüre, bir türlü dayanışmamaya değil peynir firmasına bağlayan Birol Güven, eski Tatar Ramazan yeni Abdülhamid Bülent İnal, egosuna genelde ikinci bir koltuk isteyen Tamer Karadağlı, son filmine Nazi kampı konseptli gala yapabilen, vasiyetinde “filmim çekilmesin” demesine rağmen Müslüm Gürses’in hayatını film yapan , ülkesine “hakaret etmeyi kabul etmediği için Oscar alamadığını” iddia eden Mustafa Uslu, atar gider, masa altında rakı içer abimiz Oktay Kaynarca ve bizim Oyuncular Sendikası’nın başkanı Demet Akbağ… Neymiş, CB hem sektör sorunlarını hem de yeni yasayla ilgili fikirleri ve eleştirileri dinleyecekmiş. Sonuç? CB sansür yasasını imzaladı, Yılmaz Erdoğan “elleriniz dert görmesin” diye bağırdı, gülüşmeler, alkışlar ve sinemayı el birliğiyle, masaların arasında duran tabuta gömdüler. Bize geçmiş olsun, size hayırlı olsun, elleriniz dert görmesin. Tarihin gördüğü en sanat düşmanı hükümetin başıyla ve kendine otel arazisi kapatmakla meşgul, turizm şirketi sahibi bir bakanla beraber, sinemanın cenazesini kaldırdınız.
Durum böyle olunca kendi sendika başkanımıza kızdık haliyle. Pek ihtimal vermiyorum ama hadi diyelim, Demet Akbağ bütün iyi niyetiyle Erdoğan’a dert anlatabileceğini düşündü. Peki sayın başkan, anlatamayacağınızı anladığınızda, bu iş sansür yasasının imza şovuna döndüğünde, bir sendika başkanı olarak kalkıp gitmenin daha doğru olabileceğini düşünemediniz mi Sendikanın buna alet olmaması gerektiği hiç aklınıza gelmedi mi? Benim, Genco Erkal’ın, Levent Üzümcü’nün, Rutkay Aziz’in, Taner Barlas’ın, Ankara Birlik Tyatrosu’nun oyunlarının yasaklandığını ya da en hafifinden salon verilmeyerek engellenmeye çalışıldığını söylediniz de bize mi anlatmadınız? Kurucu başkanımızın sürekli hedef gösterilmesini dile getirdiniz de Fazıl Say’la “normalleşen” CB, bu konuda pişman olup özrünü mü iletti size? Cenk Dost Verdi ve Nazlı Masatçı’nın tutuklandığını mı söylediniz? Metin Akpınar’ı, Müjdat Gezen’i, Deniz Çakır’ı neden hedef gösterdiğini mi sordunuz? 7 yıldır, oyuncular işçi sayılmadığı ve sigortalı çalıştırılmadıkları için mücadele verildiğinin altını çizip, buna en çok karşı çıkan ve sizinle birlikte toplantıda bulunan Birol Güven’le anlaşıp, tatlıya mı bağladınız işi? Ne oldu, ne konuştunuz o toplantıda ve ne sonuç aldınız? Buna benzer soruları bir süredir soruyoruz, ancak kendisine hiç ulaşamadığımız için buradan ya da sosyal medya aracılığı ile oluyor, kusura bakmasın.
Demet Akbağ’a tepkimizin çok sert olduğunu düşünen Cüneyt Uzunlar da sosyal medyada, Demet Akbağ’ın teslim olmaya değil, sendika başkanı olarak müzakereye gittiğini yazmış. Levent Üzümcü güzel özetlemişti: “Ateşle oynayıp, elini yakmamak mümkün mü?” diye. Faşizm böyledir hocam. Sadece sesini çıkarana, tepki gösterene değil, yeterince uzlaşmayana da bulaşır.
“Faşizme karşı birleşmeyenler, faşizmin zindanlarında buluşurlar” demiş Bertolt Brecht. İsteyen tabii ki ısrarla müzakereyi savunabilir. Fakat gördüğünüz gibi, olmuyor işte. Çünkü faşizmle müzakere edilmez, mücadele edilir. Sadece iktidar sahibi istediğinde ya da izin verdiğinde gitmek ve onun istediği kadarını söyleyebilmek ise müzakere değil, teslimiyettir. Herkese saygılar.