'Muhafazakâr demokrat inkılâp' bitti mi?

Başlıktaki tanım bize ait değil. 2002 seçimlerini AKP’nin kazanması üzerine Birikim dergisi sonucu böyle tanımlamıştı (sayı 163-164, Kasım-Aralık 2002). Kapakta da muhtemelen bir maçta gol sevinciyle ayağa fırlamış kişilere Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan’ın yüzleri monte edilmişti.

Üzerinden 17 yıl geçti.

“Muhafazakâr demokrat inkılâbın” mümessillerinin bugün geldikleri nokta nedir? Gerilere gidilsin demiyoruz; 31 Mart seçimlerini önceleyen iki ayı ve sonrasındaki 1 haftayı alalım. Mümessillerin bu çok kısa zaman diliminde sergiledikleri performans neye işaret ediyor?

Başka her şey, bu arada siyaset jargonunun yerleşik terimleri bir yana, Türkiye’nin siyasal tarihinde benzeri görülmemiş bir ilkellik, kabalık, şirretlik, görgüsüzlük ve şımarıklık söz konusudur.   

“Nasıl bu hale geldiler, biz de şaşıyoruz” diyenlerin çıkacağı kesindir…

***

2002 yılından başlamak üzere AKP’ye yönelik liberal sol destek, iki alana ilişkin “tahlillerden” kaynaklanmaktaydı. İlki, dünya konjonktürünün okunmasıyla ilgiliydi ve ağırlıklı olarak güncele odaklanıyordu. İkincisi ise, tarihsel referanslarla birlikte Türkiye’nin siyasal ve ideolojik yapılanmasını ele alıyor, buradan birtakım sonuçlara varıyordu. 

Kuşkusuz, bu iki alandaki tahliller örtüştürülüyor, “inkılâp” sonucu da buradan çıkarılıyordu.

ABD’deki 11 Eylül saldırılarıyla (2001) ortaya çıkan değişime rağmen dünya hala 1990’lardaki o yaygın perspektiften değerlendiriliyordu. Dünyamız, nihayet ana rotasına yerleşmişti; küreselleşme ve serbest piyasa temelinde demokrasi her yerde serpilip gelişecek, ademi merkeziyetçi yeniden yapılanmalarla, yerel-bölgesel özerklik alanlarının güçlenmesiyle ülkeler yeni bir aşamaya sıçrayacaklardı…

Başka umut ve beklentilere girmiyoruz. Yalnızca şunu ekleyelim: Kapitalizmin küresel ve ulusal ölçeklerde yaşayabileceği krizlerin, hegemonya savaşlarının, varsayılan bu gidişat üzerinde etkili olabileceği hiç hesaba katılmıyordu; çünkü katılırsa bu “ekonomist indirgemecilik” olurdu…

Bu “okumanın” yanlış çıktığını, bunun önceden görülmesinin mümkün olduğunu söyleyebiliyoruz; ama bu yanlış okumada, ortalama bilgiye-akla sahip kişilere bile hiç yakıştırılamayacak kadar fahiş bir ilkellik ve yüzeysellik olduğunu iddia edecek değiliz.   

***

Türkiye’de “muhafazakâr” denebilecek sıradan insanlar, tek tek siyasal figürler olabilir, vardır. Ancak, 1950’den bu yana iktidar olan tek bir siyasal oluşum bile batıdaki anlamda muhafazakâr çizgide kalmamış, muhafazakârlığın daha sağında ne varsa hep oraya yönelmiştir.   

Türkiye’de “demokrat” denebilecek sıradan insanlar, tek tek siyasal figürler olabilir, vardır. Ancak, 1950’den bu yana iktidar olan tek bir siyasal oluşum bile önceki demokratlık iddiasını iktidardayken sürdürmemiş, hep “demokratik olmayan” yol ve yöntemlere yönelmiştir.

Nedeni de bir muamma değildir: Türkiye’de siyasal iktidarların sermaye sınıfının çıkarlarını gözetme misyonu ile seçmeni (halkı da diyebiliriz) belirli bir yerde tutma işlevi arasındaki “onay temelli” uyum bir noktadan sonra bozulmakta, yerini zor’a bırakmaktadır.

AKP iktidarında bu işin neden uzun sürdüğü ayrı bir tartışma konusudur.

Sonuçta, burada da tekrar ediyoruz: Bizim “muamma” saymadığımız durumun görülememesi de ortalama bilgiye-akla sahip kişilere bile yakıştırılamayacak kadar fahiş bir ilkellik ve yüzeysellik sayılamaz.

Asıl ilkellik ve yüzeysellik, AKP gibi bir siyasal oluşuma “Türkiye’yi demokratikleştirici” misyon biçilmesindedir.

***

Gelinen bu noktada ileri süreceğimiz görüş şudur: Tek başına hiçbir “teorik boşluk” ya da “tarihsel süreç-durum okuma zaafı” beraberinde Türkiye’de örnekleri görülen türde bir ilkelliği ve yüzeyselliği beraberinde getiremez. İşin içinde mutlaka bir obsesyon (sabit fikir, saplantı) olmak zorundadır.  

AKP’nin Cumhuriyete, “Kemalist modernizasyona” vb. karşı tutumu bir obsesyon değildir; kendi siyasal-ideolojik konumunun, tarih okumasının bir sonucudur. Ancak, AKP’li olmayan çevrelerin, bu konumundan hareketle AKP’ye “demokratikleştirici” misyon biçmeleri bir obsesyonun sonucudur. Çünkü bu çevreler, ortada sanki başka hiçbir temel, belirleyici, şekillendirici vb. yokmuş gibi Türkiye’de demokrasinin önündeki en büyük de değil tek engel olarak 1923 Cumhuriyeti’nin 1940’lara kadar oluşturduğu sedimantasyonu (çökeltiyi) görmüşlerdir.

Tekrar ediyoruz: Bu bir fikir, bir yorum, görüş, vb. değil obsesyondur.

Daha fazlasını söylemiyoruz ve gerek de yok: O dalga geçilen “laikçi teyzelerin” endişelerinin kerli ferli entelektüellerin beklentilerini çöp sepetine göndermiş olmaları yeter de artar…

Yazı burada bitiyor. “Muhafazakâr demokrat inkılâp” da bitti mi, bilemiyoruz.

Bitmişse, yarın Gül, Davutoğlu, Babacan gibilerle yeniden başlatılması mümkündür.