Yaşadığımız dünyanın “modern” tarihini, sonuncusu hala sürmekte olan dört döneme ayırabiliriz.
Birinci dönem, Amerika’da bağımsızlık mücadelesiyle başlar (1775) ve Avrupa kıtasındaki burjuva devrimlerin ivmesini yitirdiği 1850’yle kapanır. 75 yıllık bir dönemdir.
İkinci dönem 1850’den başlayıp Avrupa’da bu kez sosyalist devrim dalgasının indiği 1920’ye uzanır. 70 yıl sürdüğü söylenebilir.
Üçüncü dönemi 1920 yılıyla başlatıp sosyalist sistemin çözüldüğü 1991 yılına kadar getirebiliriz. Bu da 71 yıllık bir dönem oluyor (Hobsbawm: “Kısa 20. Yüzyıl”).
Sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte dünya yeni bir döneme girmiştir. Bu dönem henüz kapanmamıştır ve ne kadar süreceğine ilişkin bir kestirimde bulunmak da güçtür. İlk üç dönemin ortalamasını alırsak “kapanış” için 2060’lar diyebiliriz; ama bu da fazla “istatistiki” bir kestirim olur (!)
Sonuçta, belirli bir açıdan bakıldığında enseyi karartmaya gerek yoktur. Yaşadığımız dönem dünya ölçeğinde yeni gelişmelere gebedir. İstatistik kestirimde ısrar edersek, yeni dönemin henüz 27 yılı yaşanmıştır ve önümüzde daha yarım yüzyıla yakın zaman vardır.
***
Enseyi karartmayalım, ama içinde bulunduğumuz son dönemin önceki dönemlerden farklılaşan, dönemin nasıl “kapanabileceğine” ilişkin ipuçları veren özelliklerine, işimize gelse de gelmese de dikkat edelim.
Aydınlanma düşüncesinin toplumsal ve siyasal düzleme yansıması olarak değerlendirebileceğimiz ilk dönemden (1775-1850) başlamak üzere onu izleyen iki dönem de kendinden önceki dönemden bir tür “kolektif hafıza” devralmıştı. İçinde bulunduğumuz dönemin özelliği ise kolektif hafızanın neredeyse tümüyle silinmiş olmasıdır. Tarihsel süreçlerdeki süreklilik-kopuş diyalektiği bu alanda ne yazık ki ağırlığı “kopuşa” kaydıracak şekilde tecelli etmiştir. Üstelik teknoloji dışında “yeni” denebilecek hiçbir şeyin kurulamadığı bir kopuş…
Bir sorundur ve “geçmişte bu vardı” deyip öyle yapmayı değil, önce yapmayı sonra “geçmişte bu da vardı” diye hatırlatmayı gerektiren bir praksisi dayatmaktadır.
***
Günümüzün otoriter, faşizan ve faşist yönelimleri, geniş ölçekte alındığında iki yüzyılı aşan bir tarihe sahip burjuva demokrasisinin karşılaştığı bir anomali, sisteme dışsal ve arızi bir durum olmayıp mevcut sistemin organik üretimi sayılmalıdır. Bugün yaşanan, burjuva demokrasisinin kendini bu yönelimlere uyarladığı bir süreçtir. Başka bir deyişle, gerici, faşizan ve faşist yönelimlere karşı güç yitirse bile bunlara karşı direnen bir burjuva demokrasisinden çok aynı yönelimlere uyum sağlama çabasındaki bir burjuva demokrasisi vardır ortada…
Kısacası, içinde bulunduğumuz dönemde “liberal restorasyon” Türkiye bir yana dünya için de gündemden düşmüştür. Sonuçta, demokrasi diyenler, klasik burjuva demokrasisinin faşizan yönelimlerle melezleşmesinin artık bir istisna olmayıp kural haline geldiğini görmeli, “ben sadece buyum, demokratım” diyorlarsa da demokrasinin başka biçimlerini aramalıdır.
Devam edersek, günümüzde entelektüel dinamik önceki üç dönemle karşılaştırıldığında son derece zayıf kalmaktadır ve neredeyse yok hükmündedir. Düşünsel üretim süreçlerinin kendi kendini besleyen, kendi yakıtıyla idare eden dinamizminin de kesin sınırları vardır. Özetle, bu süreçleri tahrik edecek dünya ölçeğinde kitlesel hareketlenmeler olmadıkça entelektüel üretim de bir yerde durma noktasına gelecek, kesede ne varsa ondan yemek zorunda kalacaktır.
***
Çok mu karamsar?
Böyle bakılmaması gerekir. “Eşitsiz ve bileşik gelişme” dediğimiz olgu bugün de gündemdedir ve dünya ne kadar “küreselleşmiş” olursa olsun, aydının düşünce ve kurgu ölçeğini büyütmesini ne kadar dayatırsa dayatsın, ardından dünyayı da etkileyecek sıçramalara elverişli “cepler” (ülke, bölge) hala vardır.
Bugün Türkiye’de devrimci olmanın karşılığı da “biz neden bu ceplerden biri olmayalım?” demek ve karşılığı neyse onun için çalışmaktır.
Başka bir yol gören ve bilen varsa da dinlemeye hazırız…