Beton soğuktu. İnsanın ruhunu teninden yakalayıp içine doğru çekiyordu. Demir kapıların mazgalı, olacakları önceden bilenlerin ürkütücü sesini içeri taşıyordu. Geceye eli sopalı üniformalılar iniyor, koridorlarda sopaları duvarlara vura vura gezinirken, mazgalın arasından “öleceksiniz” diye fısıldıyor, fısıltı koğuşun içinde yankılanıyor, ranzalarında uyumaya çalışan tutsakların kulaklarını tırmalıyor ve yarının belirsizliği içinde “öleceksiniz” diyen ses, bir sonraki geceye devroluyordu.
‘95 yılı kendisini ‘96 yılına bırakmıştı. Dışarıda yeni yıl kutlanıyor, dilekler tutuluyor, insanlar birbirine sarılıp, eğleniyor ve heyecanı birbirleriyle paylaşıyorlardı. Geçen yıl, 10’dan geriye doğru sayılarak terk edilirken, yeni gelen seneye atılan ilk adım, havai fişek gösterileri ile kutlanılıyordu.
Yeni yıla kapuska, pilav ve Kemalpaşa tatlısı ile girenler için değişen bir şey yoktu. Suyun üzerinde yüzen lahanalar, pilav kaşığına yapışan ağır yağ kokusu ve tüm kötü tatları bastırsın diye yavaş yavaş yutkunulan Kemalpaşa tatlısının bir önemi yoktu. Bir arada olmanın, kalabilmenin tadı her şeyden güzel ve kıymetliydi.
“5 yıldızlı otel konforunda” denilerek açılan bir başka cezaeviydi Ümraniye. Haberleri izleyenlere içinde olmayı sevdirecek kadar ihtişamlı bir tanıtımla açılmıştı. Açılışı yapılan yerin cezaevi olduğunu bilmeseniz, koğuşlara alıcı bile olabilirdiniz.
Cezaevi tanıtımı için hazırlanan kanepeler, gazoz eşliğinde gazetecilere ikram ediliyor, ertesi gün de gazetelerde, “lüks cezaevi” fotoromanı olarak, okuyucularına sunuluyordu. “Daha başka ne istiyorlar” diyen sesler, gazete köşelerinde cilalanıp, Adalet Bakanı’nın hürmetine arz ediliyordu. Dışarıda iştah kabartıyordu cezaevi. İçeride olanlar için ise iştah kabartan bir şey yoktu. Kurtlu kuru fasulyeden, kapuskadan, pilavdan ve seferberlik için onlarca yıldır dondurulmuş olarak saklanan ve piştiğinde siyaha kesen etlerden ve gece mazgallara inen “öleceksiniz” seslenişinden başka bir şey vaat etmiyordu. Tek lüksü, Kemalpaşa tatlısı sayılabilirdi.
Yılın 4. günüydü. “Öleceksiniz” diye seslerini koğuşa sarkıtanların yüzleri ile ilk defa karşılaşacaktı siyasi tutsaklar. “Arama” bahanesi ile koğuşların içine hücum eden askerlerin dışında, maltaya yığılmış, siyah maskeli askerler ve sivil kıyafetli gözler vardı. Koğuşu dikizliyor, bir görünüp, bir kayboluyorlardı.
Her yer talan edilmiş, askerler koğuşu tek etmiş ve demir kapı ağır bir gürültüyle kapatılmıştı. Bir saat geçmeden demir kapı yine büyük bir gürültüyle açılmış, askerler baskın yaparcasına tekrar hücum etmiş, “ne oluyor” tartışması bir anda saldırıya dönüşmüştü.
Bedenleri sopalarla ve demir çubuklarla parçalanmış mahkûmlar, koğuşlardan sürüklenerek çıkarılıyor ve koridora dizilmiş yüzlerce askerin arasına boş bir çuval gibi atılıyorlardı. Beton zemin kana bulanmış, kanın üzerinde kayan postallar, bir kış eğlencesine dönüştürülmüştü. Kırılan kemiklerin sesine, iniltiler yerleşmişti. Yılın 4. günüydü ve her şey olup bittiğinde, geriye 4 mahkûmun ölü bedeni kalmıştı.
Metin Göktepe, “5 yıldızlı cezaevi” sunumlu kanepelerden yiyenlerden değildi. Cezaevi nedir biliyordu ve hakikati en savunmasız olanların dilinden dinliyor, onların gözlerinden fotoğraflıyor ve nerede atıyorsa haberin kalbi, oraya koşturuyordu. Yılın 8. günüydü ve katledilen mahkûmların cenaze törenlerini takip etmek için, kuşkusuz, fotoğraf makinasını en önce kapıp koşanlardandı.
Mahkûmlar linç edilerek öldürülmüştü, Aileler perişandı ve çocuklarının “yaşıyor” haberini almak için ömürlerini vermeye hazırlardı. Kırılan kemiklerin sesi önce iniltiye ve sonrasında ölen ve yaralananlar listesi olarak haber kanallarına, gazetelere düşünce, “yaşıyor” sevinci de, “yaşamıyor” hüznü de gözyaşı olarak annelerin içine akmıştı ve henüz bitmemişti hiçbir şey.
Zamanın kanayan kıyısında duruyordu hala bir hayat ve o, bir gazeteciye aitti.
Yılın 8. günüydü. Cenaze törenine katılmak için yollara düşmüş binlerce insan akın ediyordu. Yollar tutulmuş, sokaklardan, caddelerden, minibüslerden, otobüslerden insanlar “şüpheli” olarak gözaltına alınmış ve çevik kuvvet otobüslerine artık sığmayan yüzlerce insanı, bir spor salonuna doldurmakta bulmuşlardı çareyi.
İnsanları stadyumlara, spor salonlarına doldurmaları ilk defa olmuyordu elbet. Eziyet etme deneyiminde ustalaşmış bir canavar soluyordu yine burnundan, ağzından.
Metin, Evrensel muhabiri olarak koştururken, zamanın kanayan kıyısında olduğunu bilmiyordu muhtemelen. Hakikat peşinde koşan her haberci gibi, bir yerden panikle ve korkuyla kaçışanların aksi yönünde koşanlardandı o da. Koştuğu o yolda tuttular kolundan, kanadından ve insanları doldurdukları spor salonuna sürüklediler.
“Gazeteciye özel muamele” diyerek başlayan linç ile polisler tarafından katledilen Göktepe için, dönemin İçişleri Bakanı “Duvardan düşmüş” dedi. Tıpkı şimdiki İçişleri Bakanı Soylu’nun, askerler tarafından linç edilerek öldürülen Servet Turgut ve komaya sokulan Osman Şiban için “terör, şehitlerimiz” diyerek bahane üretmesi ve Van valisinin “kaçarken düşmüşler” açıklaması yapması gibi.
Linç ve şiddet devletin dilinde, bir sonraki katliam için “elleri dert görmesin” mesajıyla kutsana dursun, “polisimizin, askerimizin yanındayız” diyerek, onların elinden çıkan her vahşeti, “sempati” içine alan koşulsuz sevgi gösterisi, öğrencilerin kapılarını kıran koçbaşına, üniversite kapısında kelepçeye, gözaltında tacize, madencinin sırtında copa, köylünün sırtında jandarma dipçiğine dönüşüyor. Hrant’ı katleden O. Samast’ın taktığı beyaz bere, polislerin kafasında böyle görünür oluyor.
“Öleceksiniz” fısıltısıdır bu ve o fısıltı sadece demir kapıların ardında değil, hayatın ve itirazın yükseldiği her yerde karşımıza çıkıyor.
Bir avukatın belini kırıyor o fısıltı. Bir başkasının kolunu kırmak için büküyor. Bir kadını saçlarından sürüklüyor, “Bu devlet size ne yaptı ulan” diyerek sırtında geziniyor Kürt emekçilerinin. Gözaltında, cezaevlerinde çırılçıplak soyup, ellerini bedenlerde gezdiriyor, “otur kalk” diyerek seyirlik eğlenceye dönüştürüyor.
Ve,
Herkes panikle, korkuyla kaçışırken, Metin onların tersine koşuyor.
Haberler yazılıyor yeniden, fotoğraf karesine yansıyan görüntülere not düşülüyor. Hakikat elden ele, sese dönüşüyor ve “Metin ol” diyenlerin sözleri, kendisine mutlaka bir yer buluyor.
İşte böyle inat ediyor hakikat.
Gerçeğin peşinden koşan her gazetecinin, aydının yoldaşı böyle oluyor.