Çok duymuşuzdur:
“Biz bu kafayla adam olamayız…”, “Âlem gider Mersin’e biz gideriz tersine…”
Sahiden böyle midir?
Değildir.
Türkiye aşağı yukarı iki yüzyıldır dünya, daha doğrusu batı dünyası nereye gidiyorsa hep oraya meyletmiş, kendi yörüngesini hep batıya bakarak belirlemeye çalışmıştır.
Uzatmamak için Cumhuriyet’le başlayalım.
1930’ların devletçiliğinde, bir dönem izin verilen “Kadro” hareketinde, batı dünyasının yaşadığı ve pek çok kişiye “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dedirten büyük krizin etkisi yok mudur?
Türkiye 1940’ların ikinci yarısında “çok partili demokrasiye” sadece ve sadece kendi dinamikleriyle mi geçmiştir?
1960’lardan 70’lerin sonuna kadar Demirel’den Erbakan’a kadar herkesi kalkınmacı, sanayileşmeci yapan sadece Türkiye’nin koşulları ve ihtiyaçları mıydı?
12 Ocak 1980 kararları Özal’ın çok cin fikirli olmasından mı kaynaklanıyordu?
Bunların hepsinde, kapitalist dünyadaki dalgalanmalara ayak uydurma çabası vardır. Bunu söyledikten sonra şu soruyu soralım: Türkiye bütün bu dönemlerde hep basit bir izleyici olmakla kalıp hiç mi “daha özgün” bir yan ya da “uyanıklık” sergilememiştir?
Sergilemiştir.
Birincisi, çok fazla tartışma yaratacağını sanmıyoruz, ama Yalçın Küçük’ün çok önceleri tespit ettiği gibi Türkiye’nin soğuk savaşın başlıca kızıştırıcılarından biri olduğunu bir kenara koyalım. İkincisi, tartışmaya açıktır, ancak Turgut Özal’ın bilindik “Reagan-Thatcher tarzının” basit bir izleyicisi değil yardakçılarından biri olduğunu, hatta sosyalist sistemin bir tür çöküşe gideceğini kestirenlerin başında geldiğini teslim etmek gerekir.
Bu kadardır ve ardından “Eee ne yani” sorusu gelecektir.
Devam edelim.
***
Ayak uydurmaysa, Türkiye özellikle sosyalist sistemin çöküşünden sonra ortalıkta olup bitene ayak uyduracağım diye göbeğini çatlatmıştır.
Neye ayak uydurma? Ortalıkta olup biten neydi?
Hatırlayalım: İdeolojilerin sonu, demokrasi, sivil toplum, katılımcılık, küreselleşme, yönetişim, şeffaflık vesaire… Öyle ki Türkiye’de düzenin tüm kurumları ve kişileri bunları yapabilecekleri kadar yapmaya koyulmuş, yani tersine değil Mersin’e doğru gitmeye çalışmıştır.
En azından, dünyada “bu işlerin” artık böyle gideceğine kani oldukları sürece…
Peki, şimdi dünyada işler değişmiş ve tersine mi gitmektedir?
Evet, dünyada işler o çok istenen Mersin’e değil tersine gitmektedir. Zorla yutulan ve yutturulan post-Sovyet liberal söylemler artık birer birer kusulmaktadır. Dolayısıyla Türkiye bugün Tayyip’le, AKP’yle ve müştemilatıyla dünyadaki akımın tersine gitmemektedir. Batıda zamanında ne denmişse hepsinin boş olduğunu görenler artık kafalarına göre takılmaktadır.
Biraz daha açalım: Türkiye, daha doğrusu “Türkiye Cumhuriyeti”, kendi varlık nedeni olan müktesebatını hepten silmeyi göze alarak ve yarın bir gün iflas edeceğini hiç düşünmeksizin zamane eğilimlerine teslim olmuştu. Bugünse, birinci Cumhuriyet’e dönüşün imkânsızlığıyla yeni bir Cumhuriyet’i kuramamanın da değil, öyle bir Cumhuriyet’in küresel ölçekte kadük hale gelmesi arasındaki gerilimlerle boğuşmaktadır…
Başka bir deyişle, Dimyat’a varılamayacağı belli olduğunda, evdeki bulgurun da kaybedildiği görülmüştür.
Ya bundan sonrası?
***
“Bundan sonrasına” düzen açısından bakılırsa Rufailer karışır.
Biz şimdilik o kadarını karıştırmayıp sol açısından tartışmaya açık birtakım çıkarsamalarla bitirelim.
Birincisi: Böyle bir ülkede, süreçlere damga vuran bir sınıf hareketi güçlenmediği sürece tepkiler ağırlıklı olarak demokrat-burjuva demokrat kanallarda filizlenecektir; ama bu tepkilerin klasik liberal mecralarda soğurulması artık hayli güçleşmiştir. Dolayısıyla “planlanmış liberal tasallut” sabit fikrinden kurtulup bu tepkilere yüklenmek, bunları bir yerlere taşımak görev sayılmalıdır.
İkincisi: Ülkede hatırı sayılır bir sınıf hareketlenmesi ortaya çıktığında, bu hareketin kendi dışındaki demokrat, burjuva-demokrat tepkiselliklere nüfuz edip bunları kendi çeperinde toplama şansı, geçmiş dönemlere göre çok daha fazla olacaktır.
Üçüncüsü: Bir kez daha böyle bir ülkede, Kürt hareketinin kendi meşru ve haklı talepleri ötesinde (bunlar saklı kalmak üzere) ülke ölçeğinde “demokratik özerklik” talebi, yönetilemez duruma gelmiş bir ülkede “bir de böylesini deneyelim” niyetinden ve elbette uluslararası sermayeye “gel bu ülkede ne yaparsan yap” mesajından başka anlam taşımamaktadır.
Dördüncüsü: Buraya kadar söylenenlerde az çok gerçeklik payı varsa, bu ülkenin sosyalistleri “buradan biz ne çıkarabiliriz” sorusunun yanıtını aramak yerine yatıp kalkıp hangi partiye neden oy verilmemesi gerektiğiyle, kime ne zaman bulaşacağı belli olmayan virüslerle, artık santimantalizmi de aşmaya başlayan geçmiş güzellemeleriyle mi meşgul olacaktır?
“Biz” böyle yapmayalım, çok daha ötesine geçelim diyor, bunu öneriyoruz…