Medyasız hayata doğru
Dijital ortamlar, hızlı iletişimler, çağın getirdiği ne varsa, neresi gerekiyorsa orada olacağız. Hani Nazım diyor ya, “namuslu, çalışkan, iyi insanlar ve seni sevdiğim kadar sevilmeye layık.” İnsanlara duygularımızı ve düşüncelerimizi ulaştırma çabamızdan vazgeçmeyeceğiz.
Zafer Köse
Timur Akkurt’un Birgün Gazetesi’ndeki 6 Ağustos 2022 tarihli yazısının başlığı: “Televizyon Yayıncılığı Bitt...” Akkurt, önceki yıllarda televizyon yayıncılığı hakkında “bitiyor” diye anlattığı sürecin artık sonuna yaklaştığımıza dikkat çekiyor.
Yıllar boyunca aşama aşama gerçekleştiği için şaşırtmıyor olabilir, ama televizyon yayıncılığında bir insan ömrü içinde müthiş bir dönüşüm yaşanıyor. Yaşandı. Günde bir saatle başlayan renkli yayınlar, tek kanal dönemini sona erdiren bir iki özel kanalın ortaya çıkması, evlerde uydu antenlerin kullanılması, her biri 24 saat yayın yapan renk renk televizyon kanallarının çoğalması, derken internete bağlanarak artık televizyon olmanın ötesine geçen televizyonlar…
Bu “renklerin” hepsi güzel değildi elbette. Televizyonlardan yansıyan yozlaşmaya yönelik eleştirilerimize “Beğenmiyorsanız izlemeyin!” diye karşılık verenler oluyordu. Oysa eleştirilerimiz medyanın bize olan kişisel etkisine dayanmıyordu; içinde yaşadığımız kültürel ortamı zehirleyen, insan ilişkilerini tahrip eden bir toplumsal etkiye yönelikti. Hava kirliliğine dikkat çeken insana “Öyleyse soluk almayın.” denebilir mi?
HIZLANAN VE DEĞİŞEN İLETİŞİM
Yaşanan dönüşüm, açıktır ki, gelişen iletişim olanakları sonucunda izleyicinin değişen eğilimlerinden kaynaklanıyor. Örneğin, haftanın belli günü belli bir saatte bir diziyi izleme alışkanlığı hızla kayboluyor. İnternet ortamında insanlar istediği belgeselleri, filmleri, dizileri, tercih ettikleri saatlerde, bazen peş peşe bölümler halinde izliyorlar.
Televizyon yayıncılığının ötesinde, aslında genel olarak kitle iletişimi dönüşüyor. Dönüştü. Örneğin Youtube gibi ortamlarda hazırlanan içerikler, sadece televizyon yayınlarına değil, düşünce açıklayan köşe yazılarına, araştırma sonuçlarına ve teknik bilgilere dayanan makalelere de alternatif haline gelmiş durumda.
Sadun Aren, 1960’larda, memlekette sosyalist düşüncenin kitlelere ulaşmaya başlamasında en etkili unsurları sayarken, Yön Dergisi’ni ve Çetin Altan yazılarını anıyordu. Artık takip ettiği bir köşe yazarı için, onun yazdığı günlerde gazete satın alan okurlar yok. Hatta belli bir gazeteyi veya dergiyi de düzenli biçimde takip etmiyorlar. Sosyal medyada bir şekilde karşısına çıkınca, bir yazarın yazısını atlamayanlar, mutlaka tıklayıp okuyanlar var tabii, ama öyle yaklaştığı yazarların bile hangi gün yazdıklarından okurların pek haberi olmuyor. Yani sosyal medyada karşılarına çıkmazsa, yayın organının sitesine özellikle gidip bakmıyorlar.
KİTABIN AZALAN ETKİSİ
Yakın zamana kadarki “çoksatar” olgusu da dönüşüyor. 1990-91 yılının edebiyat dergilerinde, Orhan Pamuk’un Kara Kitap romanı hakkında, “satışı 60 bini aştı” gibi bilgiler var. Ve bu rakamla Pamuk’un, ülkedeki düzenli kitap okuyanlardan daha fazla sayıda kişiye ulaştığı belirtiliyor. Demek ki o yıllarda 20-25 bin satan bir roman, memleketteki edebiyat okurlarının yarısından çoğuna ulaşmış oluyordu.
2020’lerde, 30 yıl önce okurların çoğuna ulaşmaya yeten rakamın 10 katını bile satsa bir kitap, yani 200-250 bin satsa, okurların yarısından çok daha azına ulaşmış oluyor. Artık yüz binlerce basılarak piyasaya çıkan, ilk aylardaki satışı birkaç yüz bine ulaşan kitaplar var. Öte yandan, bir yıl içinde ilk baskısı yayınlanan on binlerce kitabın çok büyük kısmının satışının üç basamaklı rakamlarda kaldığı biliniyor. Hatta belki de yüz adetten az satılan kitaplar en büyük grubu oluşturuyordur.
Örneğin Zülfü Livaneli’nin Serenad veya Huzursuzluk kitaplarının satışı birer milyon adet civarında. Korsan satışları ve aynı kitabı birden fazla kişinin okuyabileceğini dikkate alınca, ülkedeki kitap okuyanların çoğuna ve hatta normalde pek okuyanların da bazılarına ulaştığı söylenebilir. Ama (“Son Ozan” kitabımda da açıklamaya çalıştığım gibi) Livaneli’nin tolumdaki algısı, güncel koşullarla pek açıklanamaz. Kitapları okurların yarısından çoğuna ulaşan ancak birkaç yazar daha sayılabilir. Akkurt’un yazısının başlığında eksik bıraktığı son harf gibi, böyle yazarların kalmayacağı günler gelmek üzere.
KİTLESELLEŞEN MARJİNALLİK
Demek ki artık bir yazarın toplumun bütününe hitap etmesi; düzeyi, ilgi alanı, dünya görüşü ne olursa olsun “her kesimden okur”a ulaşmaya çalışması, gerçekte karşılığı olmayan bir hayale dönüşüyor. Zaten “çok satmak” için böyle bir şeye gerek de kalmayacak. Kalmadı. Nüfusumuzun yüzde biri bile 85 bin; eskisine göre çok daha fazla iletişim aracı kullanılan bir toplumda, marjinal bir gruba ulaşmak, ortalamadan çok daha fazla okur veya izleyici getirebilir.
Gidişat gösteriyor ki, “süreli yayınların periyodu” gibi bir konu da ortadan kalkıyor artık. Günlük gazete kavramının pek karşılığı kalmıyor; bütün gazeteler, sitelerinde gün boyunca haberleri güncelliyorlar. Aynı şekilde, internetteki edebiyat dergileri de haftalık veya aylık periyoda bağlı kalmadan, düzensiz biçimde yeni metinler yayınlıyorlar. Ve bu müthiş yayın enflasyonu ortamında, insanlar kitapların, haberlerin, geliştirilen düşüncelerin, düzenlenen etkinliklerin ancak çok küçük bir kısmından haberdar olabiliyorlar.
Medya çağında da benzer gibi görünen bir durum vardı. Kitle iletişim iktidarları, hangi haberlerin, hangi kitapların, müziklerin, hangi düşüncelerin insanlara ulaşacağını belirleme gücünü elinde tuttuğu için, halkın nelerden habersiz kalacağını da belirlemiş oluyorlardı. Medyanın haberciliğinin asıl işlevi, toplumu habersiz bırakmaktı. Artık öyle bir gücün, öyle bir medyanın kalmadığı dünyada, insanlar bu sefer de iletişim ortamlarındaki korkunç hızdan dolayı gerçekliği algılamakta sorun yaşayacaklar. Yaşıyorlar.
YERELİN AYNILAŞMASI
Medyadaki bu dönüşümün, yerel yayıncılığın sona ermesine de neden olacağı görülüyor. Günlük gazetelerin günlerce gecikmeyle ulaştığı, dergilerin seyrek giden yolcu otobüsleriyle gönderildiği “taşra mahrumiyeti” söz konusu olabilir mi, internetin ulaştığı yerlerde?
Aslında yerel yayıncılığın gerekliliği, sadece ulusal yayınlara ulaşım güçlüğüyle ilgili bir mesele değildi. Öyle sorunun bulunmadığı bölgelerde de önemliydi, bir gereklilikti. Çünkü yereller birbirinden farklı özellikteydi. Gerçi bu alanda hep sorun vardı memlekette.
Kahramanca yerel yayıncılık yapanlardan biri olan Celal Karaca’nın Bafra’da çıkardığı Edebiyat Nöbeti dergisinin Kasım 2021 sayısında, Aziz Nesin’in bir yazısı yayınlandı: Yersel Gazeteler Nasıl Olmalıdır?
Bu yazı ilk olarak, 1964’te, Çaltı Gazetesi’nde yayınlanmış. Birkaç kez kendisine mektup yazıp yazı isteyen o yerel gazeteye gönderdiği yazıda, Nesin, takip ettiği bazı yerel yayın organlarından söz ediyor. Örnekler vererek, onların, kendisi gibi ulusal yazarlara veri ve kaynak sağladığını anlatıyor.
Bu saptamasından sonra, Aziz Nesin, yerel yayıncıların ulusal yazarlardan yazı istemesinin yanlışlığını anlatıyor. Yerel yayıncılığı, ulusal olmayı başaramadığı için yerelde kalmak gibi görmüyor. Ulusal basını taklit etmek yerine, yerel renkler üretmek için çalışmaları gerektiğini anlatıyor. Bunu da ancak kendi çevrelerindeki kaynaklarla, oralardaki okurlarla ve yazarlarla başarabileceklerini vurguluyor. Yani yazısını gönderdiği Çaltı Gazetesi’nin yayın anlayışını eleştiriyor, Nesin.
Aziz Nesin’in bu çok önemli ve doğru yönlendirmesi, ne yazık ki, günümüzde geçerliliğini kaybetmiş durumda. Çünkü zaten kendine özgü niteliğini koruyan bir yerellik kalmıyor. Kalmadı.
KİTLESELLİĞİN MEŞRULUĞU
İnsanlara düşünceleri ve yapıtları ulaştırmanın çok kolaylaşması ve hızlanması sonucunda medyanın etkisinin azalması, tam da bu nedenle bir söz enflasyonu oluşup sözün değerinin düşmesi… Bu gelişmeler kitle iletişim iktidarları ve dolayısıyla ülke iktidarları açısından bir olanak kaybına neden olmakla birlikte, daha güzel bir dünya uğruna mücadele eden muhalifler için de yeni zorluklar ortaya çıkarıyor.
Önemli devrimci düşünürlerimizden Aydın Çubukçu, geçenlerdeki bir söyleşisinde, küçük bir öncü grubun yasadışı eylemlerle toplumu yönlendirmesinin artık mümkün olmadığını anlattı. Gizli örgüt çalışması gibi yöntemlerin koşullarının bulunmadığını belirtti. Gözetimin ve devlet kontrolünün ulaştığı boyut ortada. Bu yaygın ve hızlı iletişim döneminde, meşruluğun ancak kitlesel katılımla sağlanabileceğini vurguladı.
Sahiden de, Gezi Parkı’ndakine benzer kitlesel direnişlerin daha yüksek bir politik bilinçle yürütülmesi, kalıcı sonuç elde etmenin en önemli yolu gibi görünüyor. Bu, 100 bin kişi toplanana kadar harekete geçmeyelim anlamına gelmez tabii ki. Ama her eylemin, kitleselliği hedefleyerek ve nefsi müdafaa aşamasına kadar şiddetten uzak durarak başlatılması, bu hızlı iletişim döneminin bir gerekliliği…
SPESİFİK ÇALIŞMALAR DÖNEMİ
Birgün’deki yazısında Akkurt, televizyon yayıncılığıyla ilgili tespitlerini dile getirdikten sonra, önerisini “Spesifik yayınlar yapmak.” diye açıklıyor. Bunun yollarından biri olarak da Youtube ve diğer sosyal medya ortamlarını işaret ediyor. Önceki medya döneminden farklı dinamiklerin işlediği bu ortamlarda, az ama öz izlenen, hedef kitlesi belli iletişimi benimsemenin önemini vurguluyor:
“YouTube’da bir güzellik daha var. Spesifik bir konuyla ilgili bir içerik üretirseniz belki yüz bin izlenmezsiniz ama tam hedeflediğiniz kitleyle karşılaşma şansınız olur. Bu başarısız olduğunuz anlamına gelmez. Meraklısı için özel bir içerikle onların karşısına çıkmış olursunuz. Üstelik ilk yayınladığınızda değil, her arandığında yıllarca izlenen bir video olarak YouTube’da kalmaya devam eder.”
Gezi incelemeleri, bir bilim dalındaki gelişmeler, yazma teknikleri ve edebiyat anlayışları, müzik tarihi, diyet ve beslenme, kitap tanıtımı… Hayatın ve toplumun bütününe değil de belli bir alana yoğunlaşmak, daha fazla insana ulaşmanın bir gereği gibi görünüyor. Her gün her konuda yazan köşe yazarları kalmıyor artık. Bu sefer de, eski bir bela olan “uzmanlaşma”nın olumsuz özellikleri tekrar ve her zamankinden güçlü biçimde ortaya çıkıyor.
ÇAĞIN HAKKININ VERMEK
İşte burada, çağın hakkını vermek meselesi çıkıyor karşımıza. Kuşkusuz, Özdemir Asaf’ın Yön şiirindeki gibi yaklaşacağız, nerede bulunacağımıza:
Sen bana bakma,
Ben senin baktığın yönde olurum.
Dijital ortamlar, hızlı iletişimler, çağın getirdiği ne varsa, neresi gerekiyorsa orada olacağız. Hani Nazım diyor ya, “namuslu, çalışkan, iyi insanlar ve seni sevdiğim kadar sevilmeye layık.” İnsanlara duygularımızı ve düşüncelerimizi ulaştırma çabamızdan vazgeçmeyeceğiz.
Ama bu, bulunduğumuz yerlere uyum sağlayacağız anlamına gelmiyor. Livaneli’nin sıkça andığı Eisler’in sözünü hep göz önünde tutacağız: “Yalnız müzikten anlayan kişi, müzikten de anlamaz.” Hayattaki her şeyin başka şeylerle ilişkili olduğu gerçeğine uygun biçimde, herhangi bir alanda herhangi bir yolla sözümüzü söylerken, kafamızdaki düşünceler bütününe uygun biçimde üreteceğiz.
Ustamız Aziz Nesin yolumuzu aydınlatmaya devam edecek. Onun, kendisinden yazı isteyen yerel gazeteye gönderdiği yazıda, o gazetenin yayıncılık anlayışını eleştiren tavrını, gerektiği yerlerde tekrarlayacağız.
İktidarlara ödünsüz karşı çıkan, kendi okurunu da rahatsız etmekten çekinmeyen, hayata müdahale etmek gibi derdi olan, daha güzel bir dünya mücadelesi içinde yaşayan… Eski ustalarımıza, şimdiki dostlarımıza ve henüz ortaya çıkmamış edebiyatçılarımıza selam!