“Tarihten az buçuk haberi olan herkes, kadınlık mayası çalınmadan büyük toplumsal devrimlerin mümkün olmayacağını bilir.” (Karl Marx)
İnsanın bu dünyadaki serüveninin belki de en büyük çelişkisi, toplum olma yolunda ilerlemenin zorunlu koşulu olan işbölümünün, kişiyi kendisine dayatılanın dışına çıkamadığı bir etkinlik alanıyla sınırlandırmasıdır. İnsan etkinliğinin, kendisini köleleştiren bir yabancı güç haline dönüşmesi toplumsal işbölümüyle, onun ilk biçimi de, işin, ürünlerin, üreme ve çocuk büyütmenin kadın ile erkek arasında bölüşülmesiyle başladı. İlk ailenin, anaerkil mi, ataerkil mi olduğu tartışması bir yana, sınıflı, sömürülü toplumsal ilişkinin, mülkiyetin ilk biçimi, çekirdeği kadın ve çocukların kocanın kölesi olduğu ailede doğdu.
Sınıflardan, devletten önce ortaya çıkan, bugüne kadarki tüm üretim biçimlerinin, tüm toplumsal formasyonların, sınıf mücadelelerinin içinden geçerek gelen, kapitalizme eklemlenen köklü, derin bir egemenlik, ezen-ezilen ilişkisinden söz ediyoruz.
Kadınlığın devrimci gizil gücü, tam da bu ilişkiden, kurtuluşunun tarihsel ve kültürel olarak çok eski ve derinlere kök salmış bir eşitsizlik ve hükmetme biçimini yok etmeye zorunlu olmasından kaynaklanıyor. Erkek egemenliği yapı ve ilişkilerine yönelen bir hareketin, sınıf eşitsizliğinin temel yapılarını ayakta bırakacağı düşünülemez. Erkek egemenlik, köklerinin derinliği ölçüsünde yaşadığımız toplumların tüm dokularına sinen, yaygın bir toplumsal rıza ve kabul üretmiş bir ilişkidir. Erkek egemen yapıları, ilişkileri ortadan kaldırmak, bu yüzden sınıfsal eşitsizlikleri yok etmekten daha büyük bir enerji, devrim içinde bir kültür devrimi gerektirmektedir.
Kapitalizm altında erkek egemenliğinin ve toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin somut biçimlerinin değiştirilmesi teorik olarak olanaklıdır. Pratikte atılacak adımlar, sermaye birikim tarzının o uğraktaki gereksinmelerine, mücadelenin koşullarına vb. bağlıdır. Sermaye düzeniyle kadının kurtuluşunun tarihsel ve pratik olarak uzlaştırılması ise olanaksızdır.
Kadının kurtuluşu perspektifi, kapitalist düzeni tüm köklerinden sökmeden gerçekleşemeyeceği için evrensel ve devrimcidir. Bu açıdan bakıldığında, proletaryadaki kurtuluşçu misyonun kadınlıkta da bulunduğunu görüyoruz.
***
Türkiye’de, kadın mücadelesi dinci gericiliğin devlette, toplumda ideolojik kültürel hegemonya inşasıyla birlikte, yeni bir nitelik, yeni bir boyut kazandı.
“Toplumsal ilerleme, kadının toplumsal konumuyla şaşmaz bir şekilde ölçülebilir.” Hiçbir başka formülasyon, Türkiye’deki iki yönlü gericileşmeyi Marx’ın bu özlü sözünden daha iyi anlatamaz. Gericiliğin aynası kadınların durumudur!
Bu gerici dalgayı, kaynakları ve mücadele yöntemleri açısından açık bir bilinçle olmasa da en erken sezen ve tepki gösteren bu ülkenin ilerici kadınları oldu. 2007 Cumhuriyet mitinglerine, görkemli Haziran isyanına kararlı, direngen ve kalabalık kadın katılımı; giderek daha çok kadını, kadın cinayetlerine karşı mücadelede harekete geçiren örgütlenmeler; ilerici kadınlar hareketini yeniden mayalandırmaya başlayan girişimler, en son Özgecan Arslan’ın katledilmesine karşı ülke çapında yükselen tepki ve infial, bu yılki 8 Mart eylemlerine yaygın, kitlesel katılım…Bunlar, birikmiş, kabına sığmayan devrimci kadın enerjisinin göstergeleridir.
Bu enerjiyi kör ve çıkmaz bir sapağa yönlendirmek için gösterilen çabalar da var. Özgecan’ın hunharca katline insani ve sıradan olmayan bir tepki gösteren hiç kimseye haksızlık etmek istemem. Ama, “idam cezası getirilsin”den başlayıp, sorunu birkaç canavar ruhlu kişinin ahlaksızlığına, toplumun dini ve ahlaki değerlerden uzaklaştığı için bozulmasına, “Allah’ın hikmeti”ne vb. bağlayan, özrü kabahatinden büyük tepkilerdeki ikiyüzlülüğü sergilemek gerekiyor. Kadın cinayetlerinin, kadını ikincileştirmenin, kadını çocuk doğuran, erkeğine hizmet eden bir köle yerine koyan anlayışın bu ölçüde yaygınlaşmasının kaynağında dinci gericilikle, sömürücü, hedonist(hazcı) sermaye düzeninin tarihsel bağlaşıklığı var. İslamcılaştırma hareketiyle, eril kapitalist tüketim kültürünün birlikte yol açtıkları, aileyi, kadın erkek ilişkisini, çocuk eğitimini, bu ülkede çok yaygın olduğunu herkesin söyleyip hiç kimsenin büyüklüğünü ve yol açtığı travmaları açığa çıkarmaya cesaret edemediği ensesti, çocuk evliliklerini, çocuk anneleri, imam nikahı kalkanında fuhuşu, kadının bir cinsellik ve reklam nesnesi haline getirilmesini sorgulamadan sorun doğru biçimde konulamaz. Yok edilmeyi çoktan hak etmiş ilişkilere karşı doğru bir mücadele yürütülemez.
***
Binlerce yıldır, dinler ve devletler kadın bedenini denetim altına alan yasaklar, yasalar koydular. Bunları, kadınların “doğa”sından gelen özelliklerle, “toplumun çıkarı”yla açıkladılar. Dinler ve devletler kadının toplumsal yaşama katılımını, kadınlığından uzaklaşması, cinsiyetsizleşmesi (defeminizasyon) koşuluna bağladılar. Örtünme, cinsiyetsizleştirmenin yollarından biri oldu.
Tüm dinlerde çeşitli biçimlerde olmakla birlikte, örtünmenin İslamiyet’te özel bir anlamı var. İslamiyet, cinslerin özgürce bir arada bulunmasını zinaya yol açacağı için tehlikeli bulmakta, bu tehlikenin esas kaynağının ise “baştan çıkarıcı” kadın cinsi olduğunu vazetmektedir. (Fatmagül Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, Metis Yayınları, Üçüncü Basım: Ekim 2009, İstanbul, s. 102, 114) Kadını kapatmanın esas gerekçesi budur. Ataerkil düzen, kadın bedenini denetim altına alma amacına en uygun ideolojiyi dinde bulmuştur. Dinsel örtünme, ataerkilliği güçlendiren, sistemleştiren bir uygulama olarak, siyasal İslamın, yok saydığı, görünmezliğe mahkûm ettiği “kadın bedeni”ni neden ve nasıl sekülerliğe karşı kullandığının en somut, en ikiyüzlü kanıtıdır.
Kadını kapatmanın bir özgürlük konusu olarak tartışılması ise, yalnızca iyi niyetli şaşkın liberalleri kandıracak bir sahtekârlıktır. Özgürlük, hangi düzeyde ele alınırsa alınsın, tarihsel bağlamından koparılacak, geriye doğru gidişle anlamlandırılacak bir kavram değildir. Bu konuya zaman ve hayat elverirse döneriz.
***
Daha somuta gelelim.
İslamcıların bakışında, örtünmeyen kadın her türlü cinsel istismar, taciz ve tecavüzü hak etmiş oluyor. Diktatör, “kadın erkek eşit değildir” buyuruyor. Bir AKP il başkanı, “Kızlar okuyunca erkekler evlenecek kız bulamıyor” diyor. Bülent Arınç “Çalışan kadın yuvasını dağıtır!” diye yetiştiriyor. Hükümeti destekleyen “ulema”ya göre, “Çalışan kadın fuhuşa hazırlık yapıyor”; “Dekolte giyene tecavüz edilir”; “Hamile kadının sokakta dolaşması terbiyesizliktir”; “6 yaşındaki çocukla evlenilebilir”; “Tecavüz edene dört gün odaya kapatma cezası yeterlidir”, “Avrupa’ya öğrenci gönderme programı ‘Erasmus değil orgasmustur’ ”; “Annen de olsa dizinin üstü tahrik eder”; “Öz kız çocuğumu kucağıma alıp sevemiyorum çünkü tahrik oluyorum.” ” vb.vb.
Kadın cinayetlerinin olağanüstü oranlarda artışıyla egemenlerin bu söylemi arasında bire bir bağ var. Yok mu?
“Biz”e ise, yalnızca bunları anımsatmak, yinelemek değil, kadın cinayetleriyle, işçi cinayetleri arasındaki ilişkiyi açık etmek ve bu iki alandan fışkıran, istemlerinin içeriğiyle devrimci itiraz ve isyanları birleştirmeye çalışmak düşüyor. İşçi ve işyeri güvenliğini bir rekabet ve maliyet unsuru olarak gören, maden cinayetlerini “fıtrat”la açıklayan sermaye aklı ile, kadını erkeği baştan çıkaran bir şeytan, bir cinsel nesne olarak algılayan ilkel akıl aynı gericiliğin iki yüzüdür.
Bu iki yüzlü gericiliğe karşı artan bir kitlesellik ve direngenlikle mücadeleyi sürdüren kadınların öncü, mayalayıcı, özgürleştirici bir güç olarak öne çıkmaları, içinden geçmekte olduğumuz dönemin, hepimize umut ve enerji aşılayan bir özelliğidir.