“Marjinal” terimi gündelik dilde fazla kullanılmaz. “Kıyıda, kenarda kalan”, “merkezi önem taşımayan” olguları, durumları ya da kişileri anlatan bir terimdir.
Ancak, özellikle devlet büyüklerinin ve siyasal parti liderlerinin sosyalistleri küçümsemek için “bunlar marjinal unsurlar” dediklerini duymuşuzdur. Yalnızca onlar değil; kendileri sosyalist olup solun ülkede marjinal konumda olmasından yakınanlar da vardır.
Sonuçta, marjinal demek “önemsiz”, “ihmal edilebilir” demektir.
Peki, herkes için ve her zaman böyle midir?
Pek öyle görünmüyor: Örneğin bir işverenin, yeni işçi alma durumunda her işçi için “emeğin marjinal maliyetini” dikkate almaması düşünülemez. İktisat ayrı bir alan; o alanda marjinalin özel bir yeri ve ağırlığı vardır. O kadar ki, “marjinal fayda” falan derken ortaya koskoca bir “marjinalist okul” çıkmıştır.
Sonra, bohem takılmayı sevenlerin “marjinal” buldukları kadınlara ya da erkeklere daha meraklı olduklarını da biliyoruz.
Hepsi bu kadar mı?
Değil. Türkiye’de marjinal olanın en fazla rağbet gördüğü alanlardan biri tarihtir. Tarih söz konusu olduğunda marjinalin de kenarında şeyler söylense bile mutlaka ilgi çekecek, bu söylenenler “gündem olacak”, “ezber bozacak” ve bunların “üzerinde çok konuşulacaktır.”
***
Bu durumun nedeni bizce çok da karmaşık değildir.
Tarihin akışının bir temel, itici gücü bir de bu akış sırasında ortaya çıkan “büyük resimler” vardır. Marjinal tarih tezlerine konu olan geçmiş olguların aslında bu temel dinamikle ilişkilendirilmesi ve büyük resimde belirli bir yere oturtulması pekâlâ mümkündür.
Gelgelelim, o temel dinamiğe (sınıflar mücadelesi ve sermaye birikim süreçleri) ilişkin bilgi de ilgi de günümüzde dar bir kesime sıkışmış durumdadır. Sonra, tarihin derinliklerinde ulaşılan yeni bilgilerin büyük resimde bir yere oturtulması da kimilerine zor gelmektedir.
Kolay olan ise “madem benim bulgum büyük resme oturmuyor, o zaman büyük resim gelsin benim bulgumun etrafına otursun” denmesidir ve nitekim böyle denmektedir.
İddia ediyoruz: Bugün Türkiye solunda en zor işlerden biri, insanları genel olarak burjuva devrimlerin tarihteki yeri, özel olarak da Türkiye’de İttihat ve Terakki’den başlayıp
Cumhuriyet’in kurulması ve Cumhuriyet dönemi reformlarıyla devam eden sürecin bir burjuva devrim olduğu konusunda ikna etmektir…
Ne derseniz deyin ikna olmuyorlar işte!
İkna olmama nedenleri ise (artık bıktığımız için) burada üzerinde durmayacağımız, tarih biliminin de Marksist tarih anlayışının da büsbütün dışında kalan gerekçelerdir. “Burjuva devrimse neden demokrasi getirmedi?” ya da “burjuva devrim hiç tepeden olur mu?” gibi itirazlara verilecek yanıtlarınız olsa bile boşuna nefes tüketmeyin…
Bu durumda tarihe ilişkin marjinal tezlerin kolay alıcı bulmasına da şaşırmamak gerekir.
***
“Örnek vermedin” denirse;
19. yüzyıla bakarken, ulus devletlerin ortaya çıkmasını sanki birileri “hadi ulus devlet yapalım” demiş gibi bir tercih sonucu, bir “tarihsel hata” gibi gören ve yer yer feodal döneme özgü özerkliklere öykünen yaklaşımların en küçük bir değeri yoktur.
Cumhuriyet’i ve özellikle 1940’a kadar olan reformlarını insanlık tarihinin tanık olmadığı ve daha da olamayacağı biriciklikte gören ve “burjuva devrim” nitelemesini duyunca celallenen yaklaşımlar, bu yolu 1930’ların başında Şevket Süreyya’nın ve Kadro çevresinin denediğini, sonra dersini alıp yerine oturduğunu unutmamalıdır.
Kurtuluş Savaşı’nın, Cumhuriyet’in kuruluşunun ve sonraki reformların, başka her tür dinamiği ikinci plana iterek sadece Ermeni katliamının daha sonra başa bela olması endişesiyle ya da gene sadece “Kürtleri asimile etme” niyetiyle açıklanmasına değer biçmek mümkün değildir.
***
Kıssadan hisse:
Tarih çalışmalarından çıkan kimi bulgulara şehvetle sarılmak yerine önce bunların temel dinamikle ilişkisine ve büyük resimde oturacağı yere bakılması her zaman daha doğrudur.
Hep “özele” bakarsak ve oraya gömülürsek evrensel kategorilere ulaşamayız; evrensel kategorilerin olamayacağını söylemek ise yakın dönemin yeni Ortaçağ düşüncesi olarak temayüz eden post-modernizmden başka bir şey değildir.