Aslında bu yazı için bambaşka bir konu belirlemiş, buradaki ilk yazım olacağı için de belki biraz fazla titizlenerek ve heyecanla yazmaya koyulmuştum ki, o ölüm haberi düştü önümüze.
Haberi görünce hissettiğim duyguya şaşkınlık ya da üzüntü diyemem. Yanılıyor olabilirim ama geçmişte türlü hastalıklarla boğuştuğunu gördüğümüzden ve öldü-ölecek söylentisini çokça işittiğimizden olacak, Maradona’nın gerçekten ölümünü yalnızca ben değil, hemen herkes buruk bir kabullenmişlikle karşıladı sanki. Nedeni bu olmayabilir elbette, belki de bu dünya için fazla aykırı duran insanların ölümünde daha fazla böyle oluyor, bilemiyorum. Ancak haberi sindirdikten sonra ilk aklıma gelen, önümdeki yazıyı kenara kaldırıp, O’nu yazmaya mecbur olduğumdu. Burada ‘mecbur olmak’la kastettiğim şey ölenin iştigal ettiği alanı konu eden gazete ya da haber portalı köşelerinin, bir âdeti yerine getirmek zorunda olmasından doğan mecburiyet hali değil. En azından benim için sözünü ettiğim durumun böyle bir karşılığı bulunmuyor. Maradona isminin, futbolla hayatı boyunca ilgilenmemiş, bu spora hiçbir yakınlık duymamış insanlar için bile bir şey ifade ettiği açık. Futbolla biraz olsun ilgilenen herkes içinse kuşkusuz özel ve büyük bir isim O. Spor tarihindeki kendine has yeri, özgün kişiliği, başarıları ve bizden esirgedikleriyle, Diego Armando Maradona, bugün bu köşeye konu olabilecek diğer tüm başlıkların önüne geçmeyi hak ediyordu.
Esasında çoğunluğun aksine, Maradona’yı hiçbir zaman çok politik bir figür olarak görmediğimi söylemeliyim. Asi ve aykırı kişiliği, Latin Amerikalıların o kendine has ‘deli damarıyla’ birleşince, üstelik bütün bunları bir spor dalında dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ismi olarak yapınca hepimizin fazlasıyla içini okşadı, klasik tabirle mahallemizin yaramaz çocuğu gibi gördüğümüz, ‘bizden’ bildiğimiz bir yer edindi. Küba’yla temasını, Fidel Castro, Hugo Chavez ve sonrasında Maduro ile ilişkilerini, bu ülkelerin politik konumlanışına varlığı ve söylemleriyle verdiği desteği küçümseyecek değilim elbette. Aksine önemli, anlamlı ve yararlı buluyorum. Ancak böyle isimlerin katkısını yüceltirken sınırı doğru çizmenin gerekli olduğunu vurgulamak istiyorum. Bunu bugün yazmanın yersiz olabileceği kaygısını da taşıyarak.
Benim mensubu olduğum yaş grubu, kısa süreli de olsa Maradona’nın futbolunu ekranlardan canlı olarak izleme şansına sahip oldu. Futbol sporuna meraklı olan, yalnızca oynamaktan değil izlemekten de keyif alan çocuklar için bu gerçekten şanstı. Kimimiz için hayal meyal, kimimiz içinse çok net görüntülerde, bizden daha büyük olanlardan adını hep duyduğumuz bu kısa boylu futbolcu, bir futbolcu için sanki biraz fazla olduğunu o yaşlarda bile fark ettiğimiz göbeğine rağmen o topla öyle hareketler yapıyor, rakiplerini öyle türlü çalımlarla geçiyordu ki, izlerken duyduğumuz haz bize bu sporu daha fazla sevdiriyor, sokaklarda yaptığımız maçlarda takımın en az yarısının adı Maradona oluyordu. Çocukların mütevazı görünmek gibi kaygıları yoktur ne de olsa. Bizim de yoktu.
Futboldaki yeteneğinin büyüklüğü o yaştaki bizler için yalnızca çalımlarıyla ve gollerinin verdiği lezzetle ölçülüyordu ama konuya biraz daha hakim olduğumuz sonraki yıllarda, başardıklarına ve bu başarılarını elde ettiği koşullara bakınca, bugünün en büyük futbolcularının, bugün sanırım daha fazla kullanılan argo tabirle onun ancak ‘getir götürünü yapacağı’ sonucuna kolayca varmıştık. 1980’lerde futbolun bugüne kıyasla çok daha kötü sahalarda, çok daha kötü antrenman tesislerinde ve kuralların farklılığından dolayı çok daha sert oynandığını bilenler, günümüzün özel beslenme programları uygulanarak, gelişkin tesislerde ve kişiye özel eğitmenler eşliğinde yetiştirilen yıldızlarıyla kıyaslamanın yersizliğini de bilirler. Ayrıca Maradona’yı kendisiyle kıyaslanan isimlerden ayırıp en büyük kılan diğer faktör, çok büyük zaferleri daha mütevazı takımlarla yaşamış olmasıdır. Napoli gibi İtalya’nın orta halli bir takımının, onun oynadığı ilk dört yılın ikisinde şampiyon, diğer ikisinde lig ikincisi olmasını Maradona’nın bu takımda yaptıklarıyla açıklarsak, futbolun takım oyunu olduğu gerçeğine aykırı bir şey söylemiş oluruz belki. Ancak bu bilgiye, Maradona takımdan ayrıldıktan sonra da tıpkı Maradona gelmeden önce olduğu gibi Napoli’nin bir daha hiç şampiyonluk yüzü görmemiş olmasını eklersek, kulüp tarihinin bu çok özel dönemine ait ‘Maradona payını’ teslim etmiş oluruz. Aynı Napoli’nin tarihindeki en büyük uluslararası başarı olan UEFA kupası zaferini de Maradona takımdayken kazandığını ekleyelim.
O; dönemin Napoli’sinin olduğu kadar, Arjantin milli takımının da en büyük kozuydu elbette. 1986’da dünya kupasını kaldıran Arjantin takımının kaptanıydı. Turnuva boyunca beş gol atmış, beş asist yapmış, kupaya giden yolda maçların skoruna doğrudan en büyük katkıyı o vermişti. Bu beş golün ikisine, turnuvanın çeyrek finalinde İngiltere’ye attığı ve kupadan daha fazla konuşulan birbirinden özel iki gole, futbol tarihindeki yerinden ayrı olarak, Maradona’yı anlamak için de bakılabilir. Bugün herkesin hikâyesini bildiği meşhur ilk golde, topu rakip kaleye gönderen o elin ‘tanrının eli’ olduğunu söylemişti hani. Kuşkusuz o golün klasik futbol kuralları açısından bakınca bir futbol maçında yeri olmamalıydı. Peki, bu gole aynı maçta, hatta bu golden sadece dört dakika sonra, 60 metre top sürerek ve altı kişiyi çalımlayıp geçerek attığı, sonraları FIFA tarafından yüzyılın golü seçilecek ikinci golü eklemesine ne denebilir? Aynı maçta attığı iki golün birinin kurallara tümüyle aykırı, diğerininse olağanüstü güzellikte ve yüzyılın golü bulunacak kadar ustalıkla atılmış olması, ancak Maradona’nın altından kalkabileceği bir meydan okumaydı. Futbolun kurulu düzeninin mahkûm edeceği gole, çok uzatmadan öyle bir gol eklemişti ki, kimse onun ‘tanrının elini’ kullanarak yediği haltı mahkûm etmeye kalkmamıştı.
Futbolcu Maradona’ya kimse bir şey diyemezdi evet, diyemedi de. Bir profesyonel sporcu için fazla disiplinsiz olduğu açıktı. O güne kadar ödenmiş en yüksek transfer ücreti ile gittiği Barcelona’da tutunamayışı ve Napoli’ye gönderilmesinin nedenlerini kimse yeşil sahada aramadı. Napoli’de zaferden zafere koşarken de saha dışında rahat duramıyordu. İlk kokain vukuatı bu takımdayken yaşandı. Sonrası az çok malum. Saha dışındaki Maradona da tıpkı saha içinde olduğu gibi kontrol edilmesi mümkün olmayan bir deli adamdı. Fakat saha içindeki kontrol edilemezliği onu futbol dağında tanrı katına çıkarırken, sokaktaki hali aşağı çekiyordu. Bütün bunlara rağmen, ne yaparsa yapsın dünyanın her yerinden, her dinden ve görüşten futbolseverin onun için beslediği limitsiz hoşgörü, kendisini izleyen bu milyonları olağanüstü yeteneğiyle mest etmeyi başarmasının hiç tükenmeyen mirasıydı.
İleri Haber okuruna, şimdilik iki haftada bir, spor tarihinden kimi kesitleri kendimce yorumlayarak sesleneceğim bu köşeye, ‘futbol tanrısının’ vedasıyla merhaba demiş oldum. Mitolojinin tanrıları tuhaftır malum. Diego Armando Maradona ise en az onlar kadar özgün ve ölümsüzlük payesini henüz top koştururken elde etmiş bir kahraman olarak daha çok yazılara, kitaplara konu olacak kuşkusuz.