Mahalle Yanarken…

“Mahalle yanarken…”

Böyle başlayan eski bir deyiş son dönemde sıkça kullanılır oldu. Gerisini getirmedik, ama herhalde anlaşılmıştır. Ortada herkesi ilgilendiren çok ciddi bir durum varken umursamaz davranıp kendi “özel” işiyle uğraşanları anlatan bir deyiştir… 

Bugün Türkiye’nin yangın yerine döndüğü açıktır.

Yazıya bu deyişle başlamamızın nedeni ise soldaki kimi kesimlerine dönüp “sakın böyle yapmayın…”  deme niyeti değil, kendimiz için bir tür ön tedbirdir: Yazıda biraz “teoriye” gireceğimizden aman böyle denmesin, yapmaya çalışacağımız mahalle yanarken saç tarama sayılmasın anlamında… 

***

Soldan bakıldığında, belirli siyasal-ideolojik duruşların bir bütün olarak ülkeyi etkileme, ülkeyi bir yerlere götürme potansiyeli ile sola nüfuz etme potansiyeli arasında her zaman belirli bir açı olagelmiştir. 

Örnek olarak 1980 sonrası Türkiye’yi ve solu alalım. 

Bu dönemde, yani son 36 yılda bu ülkede sol, iki siyasal ideolojik duruş tarafından iki yandan sıkıştırılmıştır: Liberalizm ve ulusalcılık…

Bu ikisinin ülke solunu birbirine yakın ölçülerde etkilediğini ve halen etkilemekte olduğunu söyleyebiliriz. Evet, tartışılabilir… Birinin ya da ötekinin belirli alt dönemlere göre sol üzerinde diğerinden görece daha etkili olduğunu düşünenler çıkabilir. Ancak yine de dönem bir bütün olarak alındığında etki açısından arada belirgin bir fark olduğunu söylemek güçtür. 

Kısacası, sola, sol düşünceye ve harekete nüfuz etme açısından liberalizmle ulusalcılık arasında ciddi bir fark olmadığını söylüyoruz. 

Peki, bu iki siyasal-ideolojik duruşun ülkenin genel gidişini, yörüngesini belirleme anlamında eşit etkileri olduğu söylenebilir mi? Örneğin bugün sol mercekten bakıldığında liberalizmin Türkiye’yi batılı anlamda liberal burjuva demokrasisine taşıma potansiyeli, “ulusalcılık” denilen çizginin ülkeye “yerli ve milli” etiketli, otoriter, totaliter, faşizan ve faşist bir rejim getirme potansiyeliyle aynı mıdır? 

Bizce değildir ve nedeni de basittir:

Türkiye’de liberalizm, kafası büyük, ancak kolları ve bacakları azgelişmiş ve güçsüz bir varlıkken, kafası küçük olan “ulusalcılığın” kolları ve bacakları hem çok sayıda hem de hareketli ve işlevseldir.  

Sonuç: Bugün Türkiye solu, daha doğrusu “Türkiye sosyalizmi”, kendi teorik, siyasal ve ideolojik konumunun sağlamlığını koruyup sürdürmek için savaşması gereken cepheleri pratik siyasete tahvil ederken (dönüştürürken) bir ayrım gözetmesi gerektiğini, bir transformasyon gündemiyle karşı karşıya olduğunu bilmelidir. 

***

Sosyalizmin dışındaki siyasal-ideolojik duruşlar, sosyalizmi ilk baştaki doğuş (genesis) evresinde daha felsefi-teorik düzlemlerde etkileyebilir. Ama daha sonra bu etki hep somut durumlar ve gündemler aracılığıyla gerçekleşir. 

Örneğin, ulusalcılığın sosyalizm üzerindeki etkileri kendini ağırlıklı olarak emperyalizm ve anti-emperyalizm gibi başlıklarda gösterirken, “demokrasi”, liberalizmin sosyalizm üzerindeki etkisinin başlıca kanalıdır.   

Eğer böyleyse, bugün Türkiye’de sosyalizm kendi zeminini sağlamlaştırmak, dış etkilere set çekmek için bir, anti-emperyalizm anlayışını (yurtseverliğin ötesinde) net olarak ortaya koymak ve iki, “demokrasi” denilen şeyi yeniden tanımlamak zorundadır.

Yoksa ulusalcılık solu “anti-emperyalist AKP” mugalatasına (ilk bakışta doğru gibi görünen yanıltmaca) çekmeye çalışacak, liberalizm de onu artık bir hayal olan “liberal burjuva demokrasisine” fit olmaya zorlayacaktır. 

***

“Yetmez ama evet” diyenlere vurduk, vuruyoruz, vuracağız… İyi, güzel de  “MHP dünya sosyalist sistemi varken, sosyalizm düzen için bir tehditken kötüydü, şimdi öyle değil” diyen bir geleneğin bu ülkedeki varlığını hepten unutacak mıyız?

“Mahalle yanarken…” diye başlamıştık. 

Bu yazının “öyle” görülmemesini diliyor, meraklılarından bunun örnekleri için başka yerlere bakmalarını rica ediyoruz…