Gerilere dönelim.
60’lı yılların Türkiye sosyalist hareketi (TSH) açısından “sıçratıcı önemi” üzerinde çok duruldu: Geniş bir alana yayılan, yer yer derinlik kazanabilen tartışmalar, sosyalizmin mecliste temsili, işçi eylemleri, toprak işgalleri, devrimci gençlik hareketleri, “68 kuşağı” vb. diye gider…
TSH bu döneme “öncesiz” mi girmiştir?
“Öncesi” derken, isimler: Sadun Aren, Mehmet Ali Aybar, Reşat Fuat Baraner, Zeki Baştımar, Mihri Belli, İsmail Bilen, Behice Boran, Hikmet Kıvılcımlı, Nihat Sargın…
TSH 60’lı yılları bu miras taşıyıcılarıyla birlikte yaşamıştır. Avcıoğlu’ndan söz edilmemesinin nedeni, yalnızca komünist örgütlenmeden gelmemiş olmasıdır; diğerlerinin hepsi öyledir.
Soru: 1960’lı yıllarda sosyalizm, kuşkusuz bu “eskilerle” birlikte, ama yeni-genç kuşakların önemli ağırlığı hissedilmek üzere, temelde hangi paradigmayla uğraşmıştır?
Tek bir yanıtı vardır: Kemalizm, Kemalizm’in ne kadar “ilerici” sayılabileceği, Kemalist damar ve güçlerle nasıl ilişkilenmek gerektiği ve benzer soruların oluşturduğu bir paradigma…
Diğer soru: “Eskiler” bu paradigmada genç kuşaklar karşısında kesin ve son sözü söyleyecek bir ağırlık taşımışlar mıdır?
Hayır.
Elbette etkileri ve rehberlikleri olmuştur; ama TSH bu dönemde önünde duran paradigmayla eski-yeni kuşaklar hep birlikte uğraşmıştır. Gençler eskilerden bir şeyler öğrenirken, eskiler de 1920-30’larda ulaştıkları Kemalizm değerlendirmelerini 60’ların farklı koşullarında özellikle genç kuşağın söyledikleri ve yaptıklarıyla yenileme ihtiyacı duymuşlardır.
Bütün bunlardan neden söz ediyoruz?
50 yıl sonra, değişen pek çok şey olmakla birlikte bir yerde benzer bir durumla karşı karşıyayız da ondan…
***
Bugünkü durum, 1960’lardan gerçekten çok farklıdır. Bir kere, “eskiler” ya da “miras taşıyıcıları” en azından nicel anlamda bu kez ciddi bir ağırlığa sahiptir. İkincisi, günümüzün temel paradigması artık Kemalizm de değildir.
O zaman “benzerlik” nerede?
Benzerlik bir: TSH, en azından kendini yeniden kurma uğraşında, adı bu kez Kemalizm olmasa bile temel bir paradigmayla karşı karşıyadır: Liberallik ve onunla ilişkilenme biçimi…
Benzerlik iki: “Eskilerin” bu paradigma karşısında etkileri ve rehberlikleri olacaktır; ama en genç kuşaklara bu konuda kesin ve nihai sözü söyleyecek ağırlıkları yoktur. 60’larda olduğu gibi bugün de tartışmalarda genç kuşakların özel ağırlığı hissedilmektedir.
Benzerlik üç: Gençler bu konuda “eskilerden” bir şeyler öğrenirken, eskiler de liberalliğe ilişkin olarak 1990’larda ulaştıkları değerlendirmelerini günümüz koşullarında özellikle genç kuşağın söyledikleri ve yaptıklarıyla yenileme zorunluluğunu duyacaklardır.
“Biraz daha açamaz mısınız?”
Çalışırız…
***
Önce önemli bulduğumuz bir ayrıma değinelim.
Liberalizmin sola dönük yüzüyle solun liberalizme dönük yüzü arasındaki farklılığı gözetmek gerekir. İlki, parlamenter demokrasi, kuvvetler ayrılığı, çoğulculuk gibi temalara odaklanır; piyasacılığa yönelik hiçbir eleştirisi yoktur. İkincisi ise “radikal demokrasi” der, hatta bunun bir tür “Marksizm güncellemesi” sayılması gerektiğini savunur ve piyasacılığa kimi eleştiriler getirir.
TSH açısından ikincisi daha ciddi bir tehlikedir.
Ama…
Aması şunlar:
Bir: Aydınlanmacılığa, üzerine başka hiçbir şey koymadan salt dinci gericiliğe karşı mücadele bağlamında değer verilmesi, kapıdan kovulmaya çalışılan liberalizmin bacadan içeri alınmasıdır. Aydınlanmanın, elbette Marksizm çerçevesindeki düzeltmelerle birlikte sahip çıkılacak asıl değeri, “toplumların belirli bir düzene sokulabileceği” fikridir.
İki: Günümüz Türkiye’sinde önce kamuculuğun, merkezi-kamusal politikaların, sonra da merkezi planlamanın gerekliliğini özellikle öne çıkarmayan, bu konularda hiç laf etmeyip “Aaa bak şu da liberal olmuş” gibisinden yaftalarla yetinen bir “sosyalist duruşun” fazla değeri olduğu sanılmamalıdır.
Üç: “Solun liberalizme dönük yüzüne” karşı mevzi tutulacaksa, bunu Marksizm’e, Marksizm’in özellikle ütopyacı sosyalizme yönelik eleştirilerine yeri geldiğinde başvurmaksızın salt genel geçer liberalizm eleştirileriyle yapmaya çalışmak boşa düşmektir.
Dört: Liberalizmin “özgürlük” vurgusunun, “Ama biz eşitlik diyoruz” teziyle karşılanması eksiktir, yetersizdir. Eşitliğin, kendi başına bir amaç değil insanın nihai kurtuluşu ve gerçek anlamda özgürleşmesinin bir evresi olduğu unutulmamalıdır.
Beş: 60’larda gençliğin her eyleminde “goşizm” aranması ne kadar yanlış idiyse bugün özgürlük isteyen gençlerin her yöneliminde “liberallik” aranması da o kadar yanlıştır.
***
Yazı zaten uzadı, daha fazla uzatmanın anlamı yok.
“Liberalizme karşı mücadele” mi?
O zaman kimse oturduğu yerden esip gürlemesin.
Böyle bir mücadeleye varsanız, haydi…