Laikçi teyzenin sırrı ve ayırıcı yazgılar

AKP rejiminin çeşitli gündemlerde şeriat ilkelerini akla getiren uygulamalarının, geçmiş yıllarda ortaya atılan “Türkiye İran mı oluyor?” sorusunu yeniden düşündürmesinde tuhaf bir yan yok elbette.

Ne ki şeriat denildiğinde İran gündeme geliyorsa kimi tarihsel farklar adeta “ayırıcı yazgılar” olarak kendini gösterecektir. Burada uzun uzadıya bu farkları karşılaştırma imkânımız yok ama kimi fotoğraflara bakmak mümkün.

Sözgelimi İran’ın eski dönemine(Rıza Şah dönemine;1941-1978)  ilişkin fotoğraflarda aldatıcı kimi yanlar var. Geç modernleşme dinamiklerinin bir tür vitrin gibi önümüze koyduğu fotoğraflardır bunlar. Kırsal alanda makineleşmeden kentsel alanda okullaşmaya, istihdama, kent mimarisine uzanan bir dizi görüntü sökün eder burada.

Benzerliklere bakılırsa, ‘79 rejiminden önce Tahran’daki mini etekli üniversite öğrencileri ile Türkiye’de bir dönemin Köy Enstitülü çocukları ya da Erzurum’da 19 Mayıs törenlerindeki sporcu genç kızları, “geç modernleşmenin” aynı tornadan çıkmış ürünleri gibi canlı bir hatıra sunar.

Oysaki Türkiye’de “seküler yaşam”, antiklerikal politikalar ve modernleşme, uluslaşma dinamiğinin zorunlu bir unsuru olarak ortaya çıkmış, zorunluluk önemli bir ayağını iç dinamiklere, eski düzenle hesaplaşmaya basmıştır.

İran örneğinde ise geçmişin batıcı-laiklik söylemi, bu türden içsel bir zorunluluktan çok konjonktürel çıkarlara (emperyalizme eklemlenme); dışsal dinamiklerin daha fazla ağırlığını koyduğu süreçlere yaslanmaktadır. (1)

 Tarihsel olarak “ayırıcı yazgılar” derken bunu kastediyoruz.

Dahası bu tarihsel fark/açı kenara itildiğinde, hepsi bir dönemin batıcı, elitist, tepeden inmeci, despot modernistleri olarak tüm bölge ülke yapıları tespih taneleri gibi yan yana dizilebilir. Burada Afganistan da İran da Türkiye de aynı hat içinde sıralanır. Bu ise oldukça yanıltıcı olacaktır.

İran örneği ile devam edersek benzer bir şablonculuk, ‘79 İran rejimi ile öncesi arasında keskin bir karşıtlık varsayımı olarak kendini göstermektedir. Sözgelimi Rıza Şah’ın kurduğu hukuk sitemi, belli başlı şeriat ilkelerini, çok karılılık, erkeğin tek yanlı boşanması gibi unsurları bizatihi içermektedir. Reformcu yanlarına rağmen İran’da laik bir aile hukuku hiçbir zaman olmamıştır. Öyle ki batıcı olarak anılan Rıza Şah bile üç karılıdır.

Bu nedenle, ‘79 İran rejimi yoktan var olmamış, bunlar üzerine bina olmuştur.

Türkiye’ye bakıldığında örneğin Medeni hukuk erken denilebilecek bir tarihte, ülkenin doğuş koşullarına damgasını vurmuş, gardını “şeriat özlemlerine” karşı almıştır. Yine de tarih hiçbir yerde geleceğin sigortası olmadığı için, AKP rejimi de yoktan var olmamış, geçmişe rahmet okuma imkânlarının belirdiği yerde, 12 Eylül’ün üzerine köklerini salmıştır. 

Bu sebeple, kapitalizmle malûl oluşu, eşitsizliği bir yana Türkiye’de modernleşme, sekülerleşme hamleleri salt şekilciliğe, “vitrin düzmeye” indirgenemez. Maya çalmaya niyetlenmiş, doğuşunu/kurtuluşunu burada görmüş kurucu bir dinamik vardır burada.

Yarım yüzyılı çoktan arkasında bırakan “küçük Amerikacılığa” , sonrasında yeşil kuşakçılığa, 40 yılı aşan Türk İslam sentezine oradan 12 Eylüle ve nihayet 16 yılı deviren AKP rejimine karşın hayırcı %50’nin sırrı da biraz bu temellerdedir. Laikçi teyzenin, Gezicinin de sırrı biraz buradadır.

Ama sadece bu da değildir. Birazı başka şeylerdedir. Biz doğuştan şerbetliyiz denmeyecekse buralara da bakmak gerekir.

‘79’u önceleyen dönem, İran’da solcular, komünistler ile Şah rejimi karşıtı şeriatçıların demagojik antiemperyalizmi bir araya gelmiştir bilindiği gibi. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri de “devrimci kalkışmada” anti-emperyalizmin güzel hatırı için örgütlü sosyalist kadınların dahi örtünmesidir.

Bunun Türkiye için oldukça fantastik bir sahne olduğunu kabul etmek gerekir. Ve arka planda Türkiye’de solun “laik-batıcı egemen paradigmayla” kurduğu bağ, dahası siyasal İslâmın hemen her dönem solla kurduğu düşmanlık ilişkisi gibi pek çok şey düşünülebilir. Dolayısıyla “ayrıcı zeminin” içinde sol vardır.

Bu sebeple yazının başında bahsettiğimiz “şeriat” tartışmasının ya da zihin egzersizinin kendini belli model ve şablonlarla sınaması yerine “ayırıcı zemine” odaklanması gerekir.

Ve yine bu sebeple bugün AKP Türkiye’sinin yüzde elli üzerinde yürüyen hegemonya mücadelesinde solun, sözgelimi türban takmayanları “örtüsüz/açık kadınlar” olarak niteleyen liberalleri “cürmü ne ki” diye küçümseme şansı yoktur. Benzer şekilde “halkın dini duyguları”/ “toplumu kucaklama” demagojileriyle de kolaycılığa kaçmadan özel bir kavga yürütmek gerekmektedir. 

Notlar

1-Daha eskiye gidildiğinde,1906’daki Anayasada, din egemenliğin tanımına pragmatist biçimde içerilmiştir. Tanrısal egemenlik ve milletin egemenliği birliktedir.