Seçimlerin üzerinden henüz bir ay geçti ve AKP’nin halka güven verecek, istikrarlı bir ülke yaratamayacağı çok kısa sürede bir kez daha ortaya çıktı.
Daha iki hafta önceki yazımızda seçimden umutsuzluk türetenlerden söz etmiştik.
Türkiye'de aydınlarımızın önemli bir bölümünde ve kimi sol çevrelerde esas olarak halka karşı güvensizlik temelli bir yaklaşım egemendir. Haziran-Gezi Direnişi’nin bile bu bakışı değiştirememiş olması şaşırtıcı.
Tarihin sık sık hatırlattığı emekçi-yoksul halkların davranış yasalarını en iyi bilmesi gereken kesimler, en gerekli olduğu anlarda nedense bunları unutuyor.
Hemen her seçim sonrası gündeme gelen, yukarıdakine benzer değerlendirmeler yapanlara dikkatle baktığımızda, önemli bir çoğunluğunun, örneğin örgüt fikrinin ve örgütlenmenin önemini kabul ettiklerini görebilirsiniz. Genellikle halkın örgütsüzlüğünden şikayet ederler, örgütsüz olduğu sürece başarılı olunamayacağını anlatırlar, ancak aynı çoğunluğun sadece çok ama çok küçük bir bölümü örgütlü mücadelenin parçası olmayı göze alır!
Egemenlerin en fazla yaptığı şeyi, kendini ezilenlerin yanında görenlerin bu kadar kolay tercih etmesi aslında akıl alır bir şey değil ama en kolay yol bu; halka küfretmek, aşağılamak, hakir görmek...
Bu yolun teslimiyete giden yolun başlangıç noktalarından birisi olduğunu da söylemeden geçmeyeceğim.
Artık AKP’nin yenilmeyeceğinin, yenilemeyeceğinin propagandacılarına dönüşen bu unsurlar, halkın bir çırpıda onların sözünü dinlemesini, hemencecik yüzlerce yılda oluşmuş zincirlerini kırıp atmasını bekliyorlar.
Bunlar, halktan önce ve çok daha fazla kızılması gerekenlerdir.
Sol’a akıl verme memurları
Kabaca söyleyecek olursak, yukarıda tanımlamaya çalıştığımız tipolojinin bir milimetre daha solunda duranlarla devam edeceğiz. Bunlar da sola akıl verme meraklıları...
Çoğunun geçmişinde belli bir örgütle tanımlı bir ilişki olmuştur. Ancak örgütleri onların önemini, entelektüel-siyasi yeteneklerini değerlendirmeyi başaramamıştır. Aslında onlar hep her şeyi herkesten önce görmüş, söylemiş ve her zaman haklı çıkmışlardır. Ancak örgütleri yok mu ah o örgütleri, bir türlü sözlerini dinlememiş sonunda hep kafayı duvara çarpmışlardır.
Bunlar 90’ların ikinci yarısını ve 2000’li yılların başını “Türkiye solunun Kemalizm’den kopması gerektiği” temel teziyle geçirdiler. Solun her türlü başarısızlığının arkasında mutlaka Kemalizm’den kopamamanın etkisini buluyorlardı. AKP’nin en ağır saldırıları sırasında günlerini baskıcı iktidardan çok Kemalizm’i hedef tahtasına oturtmakla geçirdiler.
Şimdi bunlar artık pek insan içine çıkabilecek durumda değil ama eksikliklerini hissetmiyoruz.
Zira aynı tipolojinin yeni bir versiyonu sözde yeni bir tezle sahneye çıkmış durumda; “Türkiye solu Kürt hareketiyle arasına daha fazla mesafe koymadan büyüyemez.”
Okuduğunuzda, dinlediğinizde üç kere devrim yapmış, beş kere hükümet devirmişler sanırsınız.
Her şeyi biliyorlar ama kendileri yapmıyor, bize ne yapmamız gerektiğini söylüyorlar ki biz de onların yaşadığı mutlulukların benzerlerini yaşayalım!
AKP, neredeyse tüm gücüyle özelde Kürt hareketine ve mevcut durum itibariyle bunun doğal bir sonucu olarak Kürt halkına saldırı üstüne saldırı düzenlerken, AKP ile nasıl etkili dövüşeceğini değil de Kürtlerle arasındaki ayrımları nasıl daha belirgin hale getireceğini dert edinen akıl hocalarımız aklımıza o meşhur maarif vekilliği vecizesinden başka bir şey getirmiyor. ‘Kürtler veya Kürt sorunu olmasa memlekette devrimcilik yapmak ne kolay olurdu!”
Hepimizin başının belası AKP
Bu ara başlık altında söylenebilecekler daha önce bu sayfalarda defalarca yazıldığı için uzun uzun anlatmaya gerek yok, sadece geride kalan bir kaç güne dair kimi notlarla güncellemiş olalım.
64. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin bileşiminin Resmi Gazete’de yayınlanmasıyla güven oyu alması arasında 1 hafta geçti. Henüz güven oyu bile almamış olan yeni AKP Hükümeti onaylanana kadar, Türkiye Rusya ile savaşın eşiğine getirildi, ülkemizin en önemli gazetelerinden birisinin Genel Yayın Yönetmeni ve Ankara temsilcisi, doğrudan devlet tarafından işlenmiş savaş suçunu haberleştirdikleri için tutuklandı, Diyarbakır gibi sembolik anlamı büyük bir kentin Baro Başkanı bir suikast ile öldürüldü.
AKP'nin 13 yıldır yaptıklarına, son 6 aydır yaptıklarına dair azıcık bilgisi olan herkes bu tablodan içine girdiğimiz sürecin nasıl devam edebileceğine dair yeterince sonuç çıkarabilir.
Özeti şudur, asgari düzeyde insanca bir yaşam için bile mümkün olan en kısa sürede, mutlaka ama mutlaka bu iktidardan kurtulmak zorundayız.
Basit ve Gerçek Sorular
Eğer böyleyse, herkes ama özellikle ülkemizin batısında yaşayan Cumhuriyetçi, laik, özgürlükçü güçleri şu basit soruları sormalıdır.
Eğer Kürtler, Türkiye gündemlerinden, giderek Türkiye’den koparsa AKP’yi devirmek nasıl mümkün olacak?
Daha açık soralım, Kürt emekçilerinin etkin biçimde “bizim cephede” pozisyon almadığı bir kavgada AKP’yi yenme olasılığımız var mı?
Türkiye’nin bir bölümünde insanlar her gün devletin saldırılarına maruz kalır, neredeyse her gün devlet şiddetinin bir sonucu olarak cenaze kaldırırken Türkiye’nin diğer yarısı bu acının, bu kavganın ortağı olmadığı bir durumda ortak mücadele nasıl mümkün olacak?
Hatta yakın dönemin en popüler Kürt Hareketi eleştirilerinden birisi olan “Gezi’de Kürtler neredeydi?” sorusu, dikkatli bakıldığında bu soruya verilmiş bir cevap olarak görülebilir. Tarihimizin en büyük ayaklanmasının önemli eksiklerinden birisi Kürt emekçilerinin tüm enerjileriyle bu mücadeleye katılamamış olmasıdır ve sonuç ortadadır
Aynı soruları “tersten” sorabileceğimiz de herhalde açıktır.
Türkiye’nin önündeki sorular bunlardır ve bu sorular, solun önüne de gerçek soruları getirip koyuyor.
Türkiyeli devrimciler-komünistler, Türkiye’nin iki yakasındaki bu birbirinden her geçen gün uzaklaşan iki büyük direniş odağını birleştirebilecek tek gücün işçi sınıfımız olabileceğinin sorumluluğuyla hareket edecekler mi?
Bu gücü kuvveden fiile çıkartmak için kimi riskli adımlar atmayı da göze alabilecekler mi?
Yoksa bir kez daha, bu treni de kaçırdık, yenildik, önümüzdeki maçlara bakmak üzere şimdilik tribüne çıkıyoruz mu denilecektir.
Bize göre doğrusu birincisidir ve güçlü bir bağımsız sosyalist odak ancak ve ancak bu sorumluluğun yerine getirilmesi için sürdürülecek mücadelenin sonucunda şekillenebilir.
İkincisi tarihin bazı zamanlarında bir zorunluluk olarak görülebilir. Bir sonraki süreçte devrimci bir rol oynayacağına inanan bir güç pekala bu tercihte de bulunabilir.
Bize göre buradaki temel sorun, böylesi bir kararın Türkiye’nin yakın dönemindeki koyu karanlığı kabul etmek gibi bir sonucu önsel olarak içermesidir.
En az bunun kadar önemli bir diğer problem de bunu açıkça ortaya koymadan, kılıflar uydurarak, tercihini-fikrini savunma cesareti bile gösteremeden yapmaya çalışanların, günü geldiğinde tarihsel sorumluluklarını yerine getirebileceklerine dair inandırıcılık-güven sorunudur.