Küçük burjuvanın karşı çıkışı, bana hep “istemem yan cebime koy” ikiyüzlülüğünü düşündürmüştür. Günümüzde çok okunan tipik küçük burjuva edebiyatından bir isyan sahnesi aktarıyorum: “Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum.” İşte, bu “hem de”, bütün isyanı sulandırıp boşa çıkarıyor. Oysa köklü isyanların simgesi giysiler var değil mi; Alevi isyancılar “kızılbaş” nitelemesini kırmızı başlıklarından alıyorlar. Osmanlı’nın yenilikçi padişahı II. Mahmut, şapka devrimi yapıyor, Mısır’dan fesi, “püsküllü belayı” getiriyor. Biliyoruz, Cumhuriyet’in de bir şapka devrimi var. Karşı devrimin de; yirmi beş yılda Türkiye’nin kafasına “türban” geçirdiği yetmedi, bütünüyle çarşafa sokmaya çalışıyor. Köklü karşı çıkış, isyan, devrim, karşı devrim kendi giysisini de getiriyor. Küçük burjuva ise sözde isyancıdır, eylemde ya da uyaklı söyleyişle, özde uzlaşmacıdır.
DÜZENE DEĞİL, PARÇALARINA İSYAN
Küçük burjuvanın “istemem yan cebime koy isyanı”, bütün açık sözlülüğüyle,“Hem de iyi giyiniyorum” dedikten sonra şöyle devam ediyor: “İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için.” Bizimle bağdaşan hiçbir yönü olmadığı iddiasında küçük burjuva, bizim değer ölçütlerimize göre belirlenmiş bir “iyi yere” konmakta hiçbir tutarsızlık görmüyor ve isyanını sürdürüyor: “Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için.” Buradaki “istediğimi çalışmama” yazımına, çeviri Türkçesine dikkatinizi çekerek devam ediyorum. Çalışma gerekliliğinde de küçük burjuva, özgünlüğünü gösteriyor. Biz sıradan insanlar gibi, geçinmek, ekmek parası kazanmak için değil, “aramızda dolaşmak için” çalışıyor. Demek çalışmasa aramızda dolaşmasını yasaklayacağız. Devamı daha da acıklı: “İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için.” Küçük burjuva, işini “içgüdüleriyle” görmek istiyor. Ona bu özgürlüğü vermeyen topluma, ya da o toplumu oluşturan biz insanlara isyan ediyor. İyi de, “içgüdülerle” toplumsal yaşamda hangi iş görülebilir? Sinsi sinsi sırıtarak, bana, “cinsel işler” demeyin. Uygarlığın, toplumun kuruluşunda cinsel içgüdülerin denetlenmesi, düzenlenmesi, uyumlaştırılması temel ilkelerden birini oluşturuyor. Zaten insanlık demek, toplumsallığa girmek, içgüdülerden alabildiğine uzaklaşmak, bilişselliğe, ortak duyuya, estetiğe, ahlak ve hukuka yükselmek demektir. İçgüdülerde özgürlük aramak, yalnızca orman dünyasında geçerli olabilir.
Tezer Özlü’nün isyanı aileye, okula, işyerine, akıl hastanesine, “özel ya da resmi kuruluşlara” kadar genişliyor. “Düzeninizle” diye söze başlasa da, hiçbir zaman bu düzenin temellerine inecek, o temeller üzerinde kurulu devletle çatışacak bir açıklık kazanmıyor. Küçük burjuva, düzenin belirtilerine, sonuçlarına, kimi olgularına isyan ediyor. Düzenin temelindeki bozukluğa, artı değer sömürüsüne ve bunun belirlediği devlet biçimine, şiddet aygıtına, ideolojik baskıya bütünlüklü bakamıyor. Bütün isyancılığını, bu çarkın yalnızca dişlilerine, kayışlarına, vidalarına yöneltiyor. Bu nedenle, en büyük isyanı, en konformist “iyi yer” beklentisine dönüşebiliyor. Sözde karşısına koskoca bir düzeni alan küçük burjuva, “içgüdüleriyle” çalışmasına özgürlük sağlansa, bunun çok güzel olacağına bizi inandırmaya çalışıyor.
ÇELİŞKİLERİ SÖZCÜKLERLE ÖRTMEK
Küçük burjuvanın özgürlük düşü bu içgüdü meselesine yeniden döneceğiz. İki arada bir derede kalmış bu küçük burjuvanın, edebiyatından yola çıkarak toplumsal kişiliğini biraz daha belirginleştirmek istiyorum.
Kapitalist toplumun egemen sınıfı kapitalistler, altta her şeyi üretenler, sömürülenler, işçi sınıfı var, küçük burjuva bu iki sınıfın ortasında yer alıyor. Kapitalist üretim ilişkileri içinde belirleyici bir yeri bulunmuyor, kapitalistlerle işçilerin oluşturduğu temel sınıflar arasında yerini ve yönünü hep şaşırıyor. Egemen sınıfın “iyi yerine” ulaşmak isterken, işçilerin sefil hayatına düşmemeye çabalıyor.
Lenin, Marx’ın eleştirisini anımsatarak küçük burjuvazinin kaypak niteliğini vurgular: “Toplumun bu katmanının geçici, istikrarsız, çelişkili konumunun şimdi tartışma konusu olması, özellikle onun hibrit, eklektik görüşlerinin, zıt ilke ve düşünceler karmaşasının ve Marx’ın yarım yüzyıl önce iğneleyerek çattığı nüfusun tarihsel grupları arasındaki çatışmaları sözcüklerle gizlemesinin yansımasıdır.” Çatışmaları sözcüklerle gizlemek, işte bu, tam da küçük burjuva edebiyatının yaptığıdır. İsyan ediyor ama toplumsal çatışmaların örtüsünü kaldıran değil, örten bir isyan. Her an uzlaşmaya eğilimli, yüzeysel bir isyan!
Gösterişle, ilgi devşirmek için yapılan bir isyan…
İNSANI İÇGÜDÜLERE İNDİRGEMEK
Onlardan biri, Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabında kapitalist toplumun yarattığı sorunlara ve olgulara sürekli eleştiri getiriyor. Ama kurgu, daha doğrusu kurgusuzluk bulamacında tatsız bir karmaşaya dönüşen bu eleştiri, bir türlü, bu olgu ve sorunların kaynağına inemiyor. Tersine, yazılanlar, bu sorunları gizemli hale getirmeye hizmet ediyor. Olgu ve sorunları anlamak, açıklığa kavuşturmak yerine, mitleştiren, fetişleştiren sahte bir edebiyat.
“İnsan ilişkilerini değiştirmek için yaşıyorum.” diye yazan Tezer Özlü, bunu nasıl sağlayacak dersiniz? “Değişecek. Dünya küresinin dağları, denizleri, okyanusları, gölleri, ovaları, bozkır ve çölleri, nehir yatakları, buzulları, kent ve köyleri nasıl değişiyorsa, insan ilişkileri de değişecek.” “Dünya küresinin” deyişi de bozuk çeviri dilini çağrıştırıyor. Sözcük yığınları neyi gizliyor, görülüyor; yazar, insan ilişkilerinin değişimiyle ilgili bir konuda, bu ilişkileri kökten değiştiren toplumsal devrimlerin adını bile anmıyor. Dayanaklarını dağların, nehir yataklarının doğal değişmesinde arıyor. Bu değişimden beklediklerini okuyunca toplumsal devrimlerin neden adının anılmadığını anlayabiliyoruz. “İnsandan, içgüdüleri ile bağdaşmayan uğraşların beklenmediği bir dönem olacak. Kurallar doğrultusundaki bir yaşam yalnız ve yalnız durgunluktur. Başka hiçbir şey.” Küçük burjuva edebiyatının “başyapıtı”, insan ilişkilerini içgüdülere indirmeyi ideal program olarak yazmaktadır. Her türlü toplumsal yaşamın temel gerekliliğini, kurallı bir yaşamı “durgunluk” olarak ilan etmektedir. Yazarımız, uygarlığı ve toplumu yeniden içgüdülere dayandırmak yani sürü’ye dönüştürmek istemektedir.
Tezer Özlü’nün, küçük burjuva edebiyatında öncü bir yeri var. Yazıldığı dönemin etkisiyle olabilir, son derece açıksözlü. Toplumsallık düşmanı olduğunu gizleme gereği duymuyor, bunu, içgüdülere indirgenmiş bir yaşamı ideal bir program olarak yazacak ölçüde cüretkâr. Küçük burjuvanın iki arada bir derede olma halini çok iyi somutlayan iki kitabı var. 1978/79’da yazılan Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde, 60’ların ve 70’lerin sol rüzgârıyla işçi sınıfına yaklaşan, toplumculuğa meyleden küçük burjuvadan izler bulabiliyoruz. 1982’de yazılan Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta ise araya 12 Eylül girmiştir ve küçük burjuvamız, sermayenin 24 Ocak-12 Eylül programının yıkıcı etkisiyle her türlü ortaklık ve toplumsallık düşüncesinin karşısına geçmiştir. Kurtuluşu bireyde, birey bile fazladır, bireyin içgüdülerinde aramaktadır.
TARİHİN TİNİNİN YAZDIRDIKLARI
Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde Tezer Özlü, içinden çıktığı küçük burjuva aileyi, aldığı eğitimi, toplumsal çevresini alabildiğine eleştirirken, belli belirsiz de olsa, toplumcu mücadelenin bütün bunları aşmak için umut kapısı olduğunu sezdirir. Belli belirsizdir, çünkü küçük burjuva sağlam biçimde hiçbir şeye bağlanamaz. Marx’ın deyişiyle, “bir yandan ve öbür yandan” arasında gidip gelir. Tezer Özlü, tarihin rüzgârı soldan eserken, topluma ve toplumsallığa eğilimlidir. Devrimcilerle buluşur, politik tartışmalara girer. Deniz Gezmiş’ten esinle kızına Deniz adını koyar. Burjuva bencilliğini yargılar: “-Sen ve çocukların kurtulsun, yeter, değil mi?” Akıl hastanesinde elektroşok acısından ölecek gibi olduğunda, “Ölüyorum, devrimci mücadeleyi bensiz sürdürün” diye bağırır. Bilincine çıkarmasa da ezilen sınıfa yakınlık duyar. Parantez içinde bu çığlığın şaşırtıcılığını yazar: “Ne 12 Mart döneminde, ne öncesi ne de sonrası devrimci mücadele içinde kendime bir yer vermiş değilim. Düşünce ve davranışlarım küçük burjuva özgürlüklerinin sıkıcı sınırlarını yıkmaktan öte bir anlam taşımaz.” Anlatmak istediğim tam da budur; küçük burjuva, tarihin ve toplumun akışına göre tutum alır. Kendisi bilinçli olarak katılmasa da toplum sola yönelirken, küçük burjuva da burada yer almaya çalışır. Elektroşok altındaki bilinçsiz sayıklamaya, tarihin ruhu veya Hegel’den esinlenen bir deyişle tarihin tininin dışavurumu diyebiliriz. Can Yücel’in, “hava döndü, işçiden yana esiyor yel” diye şiir yazdığı yıllarda tarihin tini küçük burjuvayı da sola, sosyalizme yakınlaştırır. Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde, küçük burjuva kısırlığının sınırlarını azçok aşması ve bu kitabın samimi bir iç döküş olarak okunabilir olması, tarihin ve toplumun bu ruhunu içermesinden kaynaklanır. 1980’den sonra yazdıklarında ise, kapitalist sınıfın darbelerle, bireyci ideolojik şiddetle yok ettiği sosyalizmin nesnel kaynakları ile tini de yitmiştir, yerini ölüm, intihar, içgüdüsel özgürlük tini almıştır. Bilgisayar teknolojisini iyi kullanan meraklı bir okur, Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabında sayfa başına kaç “ölüm” sözcüğünün düştüğünü saysaydı, rekor bir sayıyla karşılaşacağımızdan eminim. Artık küçük burjuva yazısında, geçmiş ve gelecek silinmiş, an’da, zamanın kırıntısında yaşananlar, bulamaç bir kurgu ya da kurgusuzlukta satırlara dizilmiştir.
SEVGİSİZLİK VE İNTİHAR EDEBİYATI
Tezer Özlü’de bu dönemin yansıması, içgüdülere gerileme biçiminde olmuştur. İnsan gövdeye indirgenmiştir. Sevişme tensel dokunmayla sınırlanırken, kitabı yoğun bir sevgisizlik sarmıştır.
1978/79’da yazılan Çocukluğun Soğuk Geceleri bir sevişme anlatımıyla biter. “Sabaha doğru yeniden yatıyoruz. Beni bekleyen ve bedenimi uyuşturan sıcaklığını tüm ıslaklığımda duyduğum insan. Yaşamın en güzel anı. Denizlerle, kumsallarla, rüzgârla, yeryüzü ve gökyüzüyle birlikte varoluşu derinden duyduğum an. İki insanın birleşmesiyle kutsallaşan bu an. Sonsuzluk. Varoluşun tüm zamanlarını uzlaştıran bu an. İki insanın birleşmesindeki sonsuzluk özü olmalı insan yaşamının. Özü olmalı güneşin. Özü olmalı sevişmeyi duyan ve duyuran gücün.” 1970’lerde, bütün baskı ve katliamlar karşısında direnişini, örgütlü ve umutlu gelecek yürüyüşünü sürdüren Türkiye toplumunun rüzgârında Tezer Özlü sevgiyi ve sevişmeyi böyle yazmıştır. Darbeden sonra, Avrupa şehirlerinde gezerek yazılan Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta ise “sevişme” kavramının yerini “tenlerin” buluşması almıştır. “Senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an. Birisinin teniyle yan yana olmak, kendi var oluşumu unutmak mı?” Artık sevişen insanların bütünleşmesi değil, ten’lerin yan yanalığı söz konusudur. “(…) severken, sevilirken, sevişirken hep yalnız değil miyiz.” Nerede iki insanın sevişmesiyle doğan sonsuzluk, doğayla ve evrenle bütünleşme duyumu, nerede, “Bir bedenin üzerinde dolaşan her el, kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki beden üzerinde.” sevgisizliği…
Araya 12 Eylül girmiştir ve Türkiye’yi terk eden küçük burjuvada yaşama ilişkin bütün değerler çökmüştür. İntihar ve ölüme sarılma, ortaklık ve sevgiden uzaklaşma yolculuğu başlamıştır. Tezer Özlü’nün, 1981 tarihli Öğleden Sonrası öyküsünde sevişme kavramının yerini “çiftleşme” almıştır. Hayvanat bahçesinde maymunları izleyen Berlinli bir yaşlı kadın için şunları düşünüyor: “Artık kendisi çiftleşemeyen yaşlı Berlinli kadın hayvanların çiftleşmelerine neden ilgi duysun? Çiftleşmeye ilgi duyup duymadığı sorunu açık kalıyor.” Yaşlı bir insana bakarken bunları görmek ve yazmak, küçük burjuvada insani değerlerin çöküşünü ve sevgisizliği anlatmıyorsa neyi gösteriyor?
KURTULAMADIĞI BÜVELEK: CAN SIKINTISI
Küçük burjuva düzene değil, toplumsallığa karşıdır. Her şeyi kendi kısır ben’inin ölçütüne vurur. Tezer Özlü’nün bütün edebiyatı, gördüğü her şeyi kendi benine göre yargılamaktan ibarettir. Futbol turnuvasının gürültüsü, yolculuk ettiği şehirlerdeki turist kalabalığı, otoyollarda tatile giden göçmen işçiler, yaşamın bütün görüngüleri onun rahatlığı veya can sıkıntısının konusu olabilir.
Tezer Özlü edebiyatının en büyük sorunu “can sıkıntısıdır”. Yaşamda trajik bir sorunu bulunmayan küçük burjuvanın nereye giderse gitsin ruhuna yapışmış bir büvelektir can sıkıntısı. Zeus’un İo’ya musallat ettiğinden bin beter. Küçük burjuvanın köklü eleştirmeni Maksim Gorki’nin Küçük Burjuvalar oyununda, bu tipin en belirleyici niteliği, “neşe yoksulluğu” ve yaşam karşısında duyduğu can sıkıntısıdır. Bir küçük burjuva doktoru diyebileceğimiz Maksim Gorki’nin teşhisinde de küçük burjuvanın toplum düşmanı, bireyci kişiliği en tipik özelliğidir. Gorki, oyununda daha 26 yaşında Pyotr’u şöyle konuşturur: “Toplum mu? İşte en nefret ettiğim şey! İnsandan taleplerini sürekli artırır, ama olağan, engelsiz gelişme imkânı vermez ona… Arkadaşlarımın yüzlerinde ‘İnsan her şeyden önce yurttaş olmalı!’ diye haykırıyor bana toplum. Ben de yurttaş oldum işte… Şeytan alsın onları… İstemiyorum, zorunlu değilim toplumun isteklerine boyun eğmeye! Ben bireyim! Özgür bir birey…” Gorki’nin oyunundaki Pyotr, 80 yıl sonra Tezer Özlü’nün yazısında monoloğunu sürdürür. Aradan geçen zamanın tükettikleri, toplum karşısında birey’i de çok görmüş, içgüdülerine göre yaşayan bedenleri küçük burjuvanın ideali haline getirmiştir.
Küçük burjuva, neden-sonuç ilişkilerini görmek istemez, yanlış sonuçlara yanlış nedenler uydurur. Bugün insan ilişkilerini belirleyen kapitalist üretim ilişkileridir. Üstelik bunun insan ilişkilerine yansıması, tam da Tezer Özlü’nün idealindeki gibidir; kapitalist toplumun insanı içgüdülerine göre yaşar. Korku karşısında savunma içgüdüsü günümüz insanın davranışlarının belirleyicisi olmuştur. İşsiz kalma korkusuyla her türlü insan onuruyla bağdaşmayan işi yapar. Yalnızca hayatta kalma içgüdüsüyle karın tokluğuna bir işte çalışır. Toplum, orman kanunları altında, gücü gücü yetene düzenine indirgenmiştir. Toplumu kuralsız bir sömürü cehennemine çeviren bu ilişkileri ortadan kaldırmadan yeni bir insan ilişkileri düzeni kurulabilir mi?
KAİDEYİ YIKAN İSTİSNALAR
Şimdi asıl soruya geliyoruz. Tezer Özlü’de tipik ve bayağı özellikleriyle göstermeye çalıştığım bu küçük burjuva edebiyatı nasıl oluyor da, bu kadar az kitap okunan bir ülkede onlarca baskı yapabiliyor? Edebiyatta tarihin yansımasının izini sürecek edebiyat araştırmacıları dışında kimseyi ilgilendirmeyecek, belki ergenlik çağına adım atmış genç kızların ilgisini çekebilecek Çocukluğun Soğuk Geceleri ve birkaç öyküsü dışında okunmaya değmeyecek kitapların yazarı, Türk edebiyatının baş köşesinde nasıl yer alabiliyor? Türk edebiyatında marjinal ve istisna bir çizginin temsilcisi, Tezer Özlü edebiyatı nasıl ana çizginin yerini tutabildi? Okul sıralarında çok kullanılan deyimin tersiyle söylersek, istisnalar kaideyi bozmayı nasıl başardı?
Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabını 1982 yılında Almanya’da Almanca yazıyor. İngilizce yazan Elif Şafak’ın öncüsü olduğunu söyleyebiliriz. Sevişmeyi bedenlerin sürtünmesi biçiminde yazışıyla Ahmet Altan’ın da öncüsü sayılabilir. Kitaba Almanya’da bir ödül veriliyor. Ödül töreninin haberini Milliyet Sanat dergisine yazan da Tezer Özlü’dür, şunları okuyoruz: “Ülkemizde de Pavese döneminde yetişmiş, ününü onun kadar dünya yazınına duyurabilecek bir yazar daha vardı: Sait Faik… Oysa biz 1950 yıllarından bu yana yalnız köy ve popüler edebiyatın peşine takılıp, yalnız bu edebiyatı edebiyat sayma ve yayma eylemini gösterdik. Bununla da kalmayıp, bu edebiyatın önderlerinin koydukları barikatlarla engellendik.” Tezer Özlü, 1950’lerde Mahmut Makal’ın Bizim Köy, Orhan Kemal’in Murtaza, Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü, Yaşar Kemal’in İnce Memet ve benzeri kitaplarıyla etkin olan gerçekçi ve halkçı edebiyatı 1982 yılında “peşine takılınan” bir yanlış olarak mahkûm ediyor. Başından beri, edebiyatımızın ana damarı gerçekçiliktir, toplumcu niteliğini derinleştirerek ve gelişerek 1980’lere kadar da belirleyici yerini korumuştur.
GERÇEKÇİ EDEBİYATIN BARİKATINI YIKMAK
Tezer Özlü, bireyci, marjinal küçük burjuva edebiyatı karşısında bu edebiyatı bir barikat olarak görmektedir. Prof. Dr. Yıldız Ecevit’in deyişiyle, “12 Eylül’ün edebiyatımıza yaptığı iyiliklerin” yardımıyla bu “barikatın” yıkılabileceğini görmüştür. Şunları da ekliyor: “Federal Almanya’da son yıllarda Türk yazınından çok kitap çevrildi. Bunlar geniş kitlelere yayılmasa da gene Türk yazınını tek yanlı yansıtan seçimler. Köy yazını, direnç yazını, işçi ve işlerimizi gözleyen yazın… İşte bu nedenler beni, kitabımı Almanca yazmaya itti. Çünkü nasılsa yazdıklarımız daha uzun süre çevrilmeyecekti, çevrilse de belki biçim farklılıkları gösterecekti.” Gerçekçi edebiyatımızı sınıflandırmaya çalışan Tezer Özlü’nün sevgisizliğini görebiliyorum; “köy yazını”, ne demekse “direnç yazını”, “işçi ve işlerimizi gözleyen yazın”… Bu sınıflandırmayı ciddiye alacak olsak bile hiç de “tek yanlı” görünmüyor. Ama net yanlı olabilir, gerçekçi ve kapitalist düzene eleştirel bakan bir edebiyattır. Küçük burjuva edebiyatı 1980’lerde kenardadır, merkeze gelmek istiyor.
Tezer Özlü ve benzerlerinin bugün edebiyatımızın merkezine yerleştiklerini, söyleyebiliriz. Bu ölçüde ilkel düşüncelerin, kurgu yoksunu, çeviri diliyle yazılıp bu ölçüde okunması bu acı gerçeğin sonucudur. Kendiliğinden olmadığını biliyoruz. Kampanyalara konu olmuştur. Tezer Özlü için “Edebiyatımızın Gamlı Prensesi” türünden bayağı mitler uydurulmuştur. Kızkardeşinin hazırladığı Tezer Özlü’ye Armağan kitabından 1990’ların başına kadar bilinmediğini ve okunmadığını görebiliyoruz. Kampanyada birkaç kişi ve birkaç yayın sürekli ve tekrar tekrar rol alıyor. Yazarları bir yana bırakıyorum, 90’larda Tezer Özlü kampanyasını yürüten yayınlar şunlardır: Cumhuriyet Kitap, Cumhuriyet, Varlık, Gösteri, Yazın, YKY Kitap-lık, Milliyet Sanat, Sol Kitap, Taraf Kitap, Şalom Gazetesi, Radikal İki, Radikal Kitap. Hepsi bu kadar, gerçekçi edebiyatımızı silen şebeke’yi görebiliyorum. Ama Sol gazetesinin Kitap Eki’nin Taraf Kitap Eki ile yan yana düşmesi hüzünlendiriyor beni; Sol’cu arkadaşlarım, “edebiyatımızın hüzünlü prensesini” kapak yapmayı ihmal etmemişler. Kampanyada yazılanların bütününe yakını küçük burjuva edebiyat eleştirisinin mitleştirici, kanıtsız övgücü, estetik değerlendirme yoksunu tipik özelliklerini içeriyor.
Armağan kitabına bir Tezer Özlü bibliyografyası koymuşlar. Almanya’da yayınlanabilmek için Almanca yazan Tezer Özlü’ye edebiyat ödülü veren Almanlar, “Bir İntiharın İzinde” kitabını basmışlar mı? Bugünlerde en çok sevdiğimiz sözcükle, hayır. Tarihin ve toplumun tini, barikatları delik deşik edilse de direnişini sürdürüyor. Hayır, çünkü biz çok uzaklardan geliyoruz. Çok uzaklara yürüyoruz, ozanımızın deyişiyle “ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz.”
Çünkü biz çok uzaklardan geliyoruz ve romanımızın şaheserlerini veren bir yazarımızın Yakup Kadri’nin bir roman cümlesiyle bu yazıyı bitiriyorum. Buradaki insanın yerine Türk Edebiyatı kavramını koyarak bir daha okuyun. Bugünkü bayağı küçük burjuva edebiyatına gerilememizi ne kadar güzel anlatıyor: “Kendi ruhunun bir çok başdöndürücü uçuşlarına şahit olmuş ve kendi beyninin bir billur top gibi türlü pırıltılarla parıldadığını seyretmiş bir insan için bu sürünüşten ve sönüşten daha acıklı bir akibet düşünülebilir mi?” (s.311)
NOT: Bu yazının daha kısa bir çeşitlemesi EK, Eleştirel Kültür dergisinin Mayıs-Haziran birinci sayısında yayınlanmıştır.