Bu işin tabiatında vardır: Verili duruma ilişkin çok yönlü ve görece derinlikli analizler yapabilen, ancak ötesine geçmeyip hep burada kalan solcular, pratik siyasetle uğraşan, mücadelede kararlı olanlara göre hep daha “gerçekçi” ve “sofistike” görünürler…
“AKP rejimi çok geniş bir kitleye istediğini vermekte, peşinden sürüklemektedir; muhkem bir kesimdir ve çözüleceğe de benzememektedir…”
“Haziran kitlesi artık evine dönmüştür; oradan çıkmaya niyetli görünmemektedir…”
“AKP, toplumun kimyasıyla istediği gibi oynamıştır ve Türkiye sol hareketi bu kimyayı değiştirecek güçten yoksundur…”
Bunlar ve benzer şeyler…
“Hepsi tamamen doğrudur” demiyoruz, ama her birinde belirli bir gerçek payı vardır.
İyi de, mücadele eden, mücadelede kararlı olan solcular bu gerçekleri hiç mi görmüyor? Örgütsel aidiyetleri ve gündelik-pratik meşguliyetleri bu insanları bir hayal dünyasına taşıyıp hep orada, “somut gerçeklerden kopuk” bir âlemde mi tutuyor?
Bu soruları yanıtlamak için solun ve solculuğun bir adım ötesine geçip “sosyalist siyaset” diyelim…
Ardından bunun da ötesine gidip “Marksist yaklaşım” diyelim…
Bunları dediğimizde ulaşacağımız kesin kural şudur: Sosyalist siyasette, önce analiz etmek, değerlendirmek ve anlamak, sonra da mücadele çizgisini buna göre belirlemek gibi bir sıralama kesinlikle olamaz.
İkisi eşzamanlı olmak zorundadır; yani “anlamadan mücadele edemezsin” sözü ne kadar doğruysa “mücadele etmeden anlayamazsın” sözü de o kadar doğrudur. Bu söylenenle aşağı yukarı aynı anlamdadır ve tam tamına Marksist bir tespittir: “Eğer görünümdeki kaçınılmaza karşı direnmezseniz, kaçınılmazın ne kadar kaçınılmaz olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceksiniz.” (Terry Eagleton, Marx Neden Haklıydı? Çeviren: Oya Köymen, Yordam Kitap 2011, s.21)
Eğer böyleyse, (“ikide bir”) 2013 Haziran’ına, Gezi’ye, orada kendini ortaya koyan potansiyele göndermelerde bulunanlar nostalji yaşamamakta, doğru olanı yapmaktadır.
Bir adım daha atalım: Eğer siyasal mücadele içindeysek, en başa konularak sorulması gereken soru, bu insanların neden “evlerine döndükleri” değil, eğer gerçekten “dönmüşlerse” oradan tekrar nasıl çıkartılacaklarıdır.
Hiçbir siyasal hareket, kitlelerin nasıl, hangi yollarla ve araçlarla “uyutulduğunu”, “edilgenleştirildiğini”, “hareketsizleştirildiğini” vb. anlamaya çalışarak, daha doğrusu en başa bunu koyarak yol alamaz. Az önceki alıntıyı adapte edersek: “Uyur görüneni uyandırma girişiminde bulunmazsanız, onun gerçekten uyuyup uyumadığını da anlayamazsınız...”
***
Az önce “anlamak” ile “mücadele etmek” arasında bir kronoloji (zaman sıralaması) olamayacağını vurgulamaya çalıştık.
Bu kronoloji reddiyesi başka alanlara da taşınabilir mi?
Örneğin, “önce sıkı, sağlam bir sosyalist örgütlenme, sonra kitlelere ulaşma, orayı harekete geçirme” ya da tersine “önce geniş bir kitlesel hareketlenme, sonra oradan sıkı ve sağlam bir sosyalist örgütlenme çıkarma” gibi bir sıralama doğru olur mu?
Biz, kendi adımıza, böyle bir kronolojinin de reddedilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Yukarıdakilerden ilki, tarihsel olarak bir seferliktir ve herhangi bir ülkede sosyalizmin “ilk birikim dönemi” için geçerli sayılabilir.
1898’in Çarlık Rusya’sında ya da 1920’lerin Çin’inde mi yaşıyoruz?
İkincisi ise, en hareketsiz, en olumsuz ortam ve koşullarda bile varlığı mutlak bir gereklilik olan sosyalist örgütlenmenin yarın nasıl tecelli edeceği bugünden bilinemeyecek bir hareketlilik dönemine ertelenmesi ve ona “emanet edilmesi” anlamına gelir.
Bizi “ne çıkarsa bahtıma” kısmetçiliğine sürüklenmekten alıkoyacak tarihsel doğrulardan, yerleşik ilkelerden büsbütün yoksun muyuz?
Bir zamanlar ABD Başkanı Johnson’un bir başka Başkan Gerald Ford için söylediği gibi, “yürürken aynı zamanda sakız çiğneyemeyecek kadar” aciz insanlar mıyız?
O halde, hiç unutmayalım: Sosyalist harekete ve örgütlenmeye her yeni kazanım, toplumsallaşmaya ve kitleselleşmeye dönük yüzümüzü daha belirgin kılacaktır; sosyalist hareket ve örgütlenmeden “bağımsız” denilebilecek her hareketlenme ise sosyalist harekete taze kan nakli anlamına gelecektir.