Korku ve endişe…
Necmi Erdoğan, geçenlerde bir toplantıda içinde bulunduğumuz siyasal ortam açısından bu ikisi arasındaki ayrıma işaret eden önemli bir saptamada bulundu: Bugün Türkiye’de korkudan ziyade endişenin ağır bastığı bir dönemden geçiyoruz…
Bir bakıma “endişe rejimi” de denebilir.
Ayrım gerçekten önemlidir. Eğer korkuysa, insan genellikle korktuğu şeyin ne olduğunu bilir. Kuşkusuz korkusuna yenik düşebilir, teslim olabilir; ama bu korkuyu aşması, yenmesi, “korkusuna hazırlıklı olması” da mümkündür.
“Endişe” dendiğinde ise belirsizlikler ağır basar.
Hangi olumsuzluğun ne zaman, nerede, kimden ve nasıl geleceğini bilemezsiniz. Dolayısıyla “hazırlıklı olmak” çok daha güçtür. Böyle durumlarda insanların en güçlü görünenin vaat ettiği “istikrara” ya da “statükoya” razı olma eğilimi güçlenir.
O zaman ara sonuca gelelim: Rejim, önümüzdeki Nisan ayında yapılacak gibi görünen referanduma korkuların ötesinde endişelerin egemen olduğu bir ortamda gidilmesini istemektedir.
Kim ne amaçla gerçekleştirmiş olursa olsun son İstanbul patlamaları da bu bağlamda değerlendirilmelidir.
***
Referandumla devam etmeden, bir başka gerçeğe değinip geçelim.
“Halkın psikolojisi” ya da toplumun içinde bulunduğu “psikolojik ortam” izlenecek herhangi bir siyaset için elbette dikkate alınması gereken önemli bir veridir. Ne ki siyasetin kendisi, sonunda yine psikoloji sınırları içinde kalmak üzere verili psikolojiden türetilemez. Siyasetin kendi ilkeleri, parametreleri ve hedefleri olur; ustalık, bunları verili psikolojik ortama da değecek, onun özelliklerini de hesaba katacak bütünlüklü bir hatta bir araya getirmektedir.
***
Referanduma gidileceğini varsayarak devam edelim ve soralım: Böyle bir referandum açısından dikkate alınması gereken “altın kurallardan” söz edilebilir mi?
“Altın kural” gibi iddialı bir tanımlamadan uzak dursak bile, bugünün koşullarında önemli görünen kimi noktaların sıralanabileceğini düşünüyoruz.
Birincisi: Referandum gibi oylamalarda ince eleyip sık dokumanın gereği yoktur. Önümüzdeki referandumda amaçlanan sandıktan “Hayır” çıkması ise bu hedefe odaklanılır ve kimin neden hayır dediği mesele yapılmaz. Örneğin, 6 Eylül 1987 referandumunda siyaset yasaklarının kalkması için “Evet” diyen solcular bunu yasaklıların (Demirel, Ecevit, Erbakan vb.) karakaşı kara gözü için değil dönemin Özal rejimine karşı duruş adına yapmışlardı. Bugün de “hayır” diyeceklerin “ulusalcı” ya da “liberal” olmaları bir yerden sonra önem taşımaz.
İkincisi: Referandumda “hayır” diyeceklerin önümüzdeki yakın dönemde sandıktan ne çıkabileceği konusunda (olumlu ya da olumsuz) tahminlerde bulunmaları doğru olmayacaktır. Örneğin, “Evet çıkacak gibi görünüyor; ama biz boyun eğmeyelim, görevimizi yapalım” şeklinde bir siyaset olamaz, olmamalıdır. “Hayır” diyecek siyasal özneler bunu kendi içlerinde yapabilirler; ama dışarıya yansıtılmamalıdır. Buna karşılık “Hayır” diyecekler, böyle bir sonuç elde edilmesi durumunda ardından yapılması gerekenler üzerinde “pozitif” mesajlar verebilirler.
Üçüncüsü: Yukarıda söylenenin bir uzantısı olarak, “Hayır” diyeceklerin, “Evet” çıkması durumunda ülkeyi ne gibi olumsuzlukların beklediğini uzun uzadıya anlatmaları da bir noktadan sonra tersine tepecektir. Bugünkü rejimin başlıca gıdası durumundaki “endişe ortamını” pekiştirmekten başka işe yaramaması güçlü bir olasılıktır.
Dördüncüsü: Referandumda “Kürt seçmen” ve “MHP seçmeni” kuşkusuz önem taşıyacaktır; ancak bizce asıl belirleyici faktör “AKP seçmeninin” yüzde 38-40 ile yüzde 48-50 arasında salınan desteği olacaktır. Bu 10 puanlık oynama alanında oranı yüzde 48-50’den geriye doğru itecek her basıncın özel bir değer taşıyacağını unutmamak gerekir.
Beşincisi: Yukarıda söylenen ne anlama geliyor ya da pratikteki karşılığı ne olabilir? “Hayır” diyecekler kuşkusuz “yukarıdan” siyaset ve söylemlerle bu kesim üzerinde etkili olamayacaktır. Ancak “Hayır” diyeceklerin kendi kılcal damarlarının, yerellerdeki ayaklarının, örgütlenmelerinin, meclislerinin vb. bu kesim üzerinde belirli bir etkide bulunma potansiyelinin olduğunu unutmamak gerekir. Kendi görüşümüzdür; örneğin “Madem partinizin 14 yılda büyük işler yaptığına, Türkiye’ye yeni bir Türkiye daha kattığına inanıyorsunuz, buna Başkanlık sistemi olmadan da devam etseniz olmaz mı?” sorusuna başvurulmasının bizce sakıncası yoktur…
1961 Anayasa referandumuna atıfta, “Hayır’da hayır vardır” denmesinin bile…
Nihayet, bu söylenenlerin hepsi, referandum özel bir önem taşıyorsa, kritik bir dönemeç sayılıyorsa geçerlidir.