“Böyle gelmiş böyle gider” demiyoruz. Aslında hep “böyle” gelmemiştir; daha önceleri soldaki (sosyalist anlayınız) her öbek kendini önce yorumları, analizleri ve tezleriyle tanımlar, başkalarıyla da buralardan kalkarak uğraşırdı.
Bugün başat olansa, sabit bir yer belirlenip dış çevreye buradan “konum atılmasından” ibarettir. Öyle ki salt “tarifli” bir var oluşun kendisi, adeta teorinin, çözümlemenin, siyasetin ve ideolojik mücadelenin yerini tutacak bir mertebeye yükseltilmektedir. Sen o tarifle bir yerde varsan, az önce sayılanların hepsinin zaten olduğu ya da olacağı varsayılmaktadır!
Başkalarıyla tartışma hiç yoktur; olan, ağır suçlamalardır ve bunlar da aynı varoluşsal durumun bir uzantısı olarak şekillenir. Atılan konum gereği, aynı yerde durmayanların “liberal”, “işbirlikçi” ve “kuyrukçu” olmaları kaçınılmazdır.
Hep “böyle” gelmediğini söylemiştik.
Bugünkü durum, ülkede 1990’larla birlikte yükselen ve sosyalistleri de etkileyen liberal dalgaya başlarda verilen haklı ve sağlıklı tepkinin aradan geçen zamana rağmen tek başına her şeyin ilacı sayılmasının sonucudur. Anlaşılan, kimilerinin işine ve kolayına gelmekte, “liberal olmayan” bir yerden atılan konum her işin başı ve sonu sayılmaktadır.
***
Yaklaşan yerel seçimler dolayısıyla soldaki bunca insanın gerçekten ıvır zıvır söylemlere bu kadar meraklı olması, insanların, örgütlü olsunlar olmasınlar konum fetişizmine kapıldıklarının göstergesi sayılmalıdır. “Saraya yanaşan sanatçı” meselesinde olduğu gibidir: Birisi bir yerden öyle bir aday çıkarsın ki ben de dümdüz gidip attığım konumla ne kadar sağlam durduğumu cümle âleme göstereyim…
Konum fetişizminde, soldaki başkaları değerlendirilirken “hata”, “yanlış”, “eksiklik”, “zaaf” gibi sözcükler tamamen iptal edilip bunların yerine en hafifinden “uzlaşmacılık” gibi suçlamalar peşinen başköşeye yerleştirilir. Oysa Marx’ı, Engels’i, Lenin’i biliyoruz; başkalarına yönelik en ağır nitelemeleri bile mutlaka ciddi ve derinlemesine çözümlemelerden sonra gelmiştir. Kendimize dönersek, 1960’larda TİP’e “oportünist” ve “revizyonist” diyenler sayfalarca yazı yazmışlardır. TİP’in dönemin gençlerine yönelik “goşizm” suçlaması ise en azından Lenin’in “Sol Komünizm” çalışmasından, Herbert Marcuse’nin kimi tezlerinin ve 1968 Fransa’sındaki belirli eğilimlerin eleştirisinden esinlenmiştir.
Bugünse ne oportünizm ne revizyonizm ne de goşizm vardır…
Onların yerine liberalizm, işbirlikçilik, kuyrukçuluk ve uzlaşmacılık vardır ve üstelik bunlar konum atanlarca “zamanla gelinen” noktalar değil doğumda nüfus kütüğüne kaydedilen özellikler sayılmaktadır.
Dolayısıyla “oraya” nasıl gelindiğinin çözümlenmesine de gerek yoktur.
***
Yerel seçimlerde “AKP-MHP cephesinin geriletilmesi” gerçekçi ve doğru bir siyasal hedeftir. Siyasete, yeni durumların ortaya koyabileceği olanaklar ve aralayabileceği kapılar açısından bakmak en doğrusudur. AKP-MHP cephesinin gerilemesi sonucu tezgâhlanabilecek düzen içi yeni oluşumlar ise başka ve bu aşamada tali bir konudur.
Siyasette genel zemin kaymaları bir nesnelliğe, sosyalistlerin bu zemin kaymalarından ne kadar yararlanabileceği ise daha çok bir öznelliğe işaret eder. Nesnellik hakkında, öznelliğin verili bir andaki gücüne ve etkisine bakarak nihai yargıda bulunulamaz.
Unutmayalım, DP’yi alaşağı eden 27 Mayıs ihtilali “sosyalistler güçlensin” diye yapılmamıştır.
Özetle, AKP-MHP cephesinin geriletilmesini, doğacak boşluğun hemen sosyalizmin tarafından dolduramayacak olması nedeniyle önemsiz görmek “doğru olmama” bir yana siyaset de sayılamaz.
***
Bütün bunları elbette sosyalistlerin bir yuvarlak masa etrafında toplanıp aralarında “uygarca” tartışmaları temennisiyle söylemiyoruz.
Yalnızca, konum bildirimlerinin ve bunun ürünü olan damgalama (stigmatizasyon) furyasının düşünsel üretkenliği epey körelttiğine ve bunun hiç de iç açıcı bir durum olmadığına işaret etmek istedik.
Bir de dikkatli olalım: Ne kadar “alakamız yok” dense de konum atmanın bir türü sayılabilecek ilmihalcilik (kateşizm) ve stigmatizasyon (stigma-damga) din ve dindarlık kökenlidir.